YAZARLAR

Sağlıkçılar ölebilir, başınızın çaresine bakın

Sağlık çalışanlarını MİT çalışanları ile aynı düzlemde değerlendiren bir pandemi yönetiminin bağlamının insan güvenliğince değil milli güvenlik anlayışınca belirlendiği açıktır. Böylesi bir anlayışın Türkiye açısından yarattığı en büyük sorun kendini artık açık bir “meslek krizi” şeklini alan uzmanlık yitiminde, başka bir ifadeyle mesleksizleştirmede ortaya koyuyor.

Salgının yol açtığı insani tahribatın etkileri dalga dalga bütün yaşam alanlarına yayılıyor. Artık neredeyse her apartmanda en az bir iki hanede Covid-19 vakasına rastlanıyor. Şehirlerin risk haritası kırmızıya boyandıkça sürecin yönetilmesiyle ilgili hoşnutsuzluk da haliyle büyüyor. Sağlık emekçileri, salgın yönetimi çerçevesinde alınan kararlardan birinci dereceden etkilenen bir kesim olarak duyduğu rahatsızlığı değişik platformlarda dile getiriyor. Sosyal medya kampanyaları, hastanelerde yapılan sembolik içeriği yüksek eylemler, sağlık personelinin meslek örgütlerinin değişik illerde yaptığı açıklamalarda eleştirinin dozu giderek yükseliyor. Hasta sayısındaki artışla iyice ağırlaşan çalışma koşulları ile can kayıplarındaki hızlı yükseliş birleştiğinde sağlık çalışanlarının sesinin daha çok çıkması kaçınılmaz oluyor. Türkiye’nin varmış olduğu nokta artık şu saptamayla açık ve kesin bir şekilde ifade ediliyor: “Yönetemiyorsunuz, tükeniyoruz!”.

Bu gelişmeler karşısında duyarlılığı artırmak isteyen Türk Tabipleri Birliği (TTB) 14-18 Eylül haftasını “Yönetemiyorsunuz Tükeniyoruz Haftası” olarak ilan etti. Hafta boyunca düzenlenen çeşitli eylemlerin ortak paydası olarak da “suçu vatandaşa, yükü hekimlere ve sağlık çalışanlarına yıkan” iktidara bu konudaki tarihsel sorumluluğunu hatırlatma amacı gösterildi. Buna karşın iktidarın küçük ortağı MHP’nin eylemlere verdiği tepki, hekimlerin eleştirilerinin aslında ne kadar haklı olduğunu gösterir nitelikteydi. TTB’nin derhal kapatılması gerektiğini söyleyen Bahçeli hızını alamamış ve meslek örgütünün yöneticileri hakkında adli işlem başlatılmasını talep etmişti. Ona göre artık tahammül sınırı aşılmıştı ve “vatansever bilim insanlarından” oluşacak bir heyet TTB’nin yerini almalıydı. İlginç bir şekilde bu açıklamada tam olarak TTB’nin eleştirdiği şey yapılmış ve “toplum sağlığı hakkında asılsız şaibe” yaydığı iddiasıyla siyasi başarısızlığın sorumluluğu sağlık çalışanlarının üstüne yıkılmıştı.

Türkiye’de hükümet kendini en başından beri salgınla mücadelede başarılı göstermeye çalıştı. Salgın karşısında yakaladığına inandığı başarıyı da uzun süredir yürürlükte olan sağlık politikalarının doğrulanması biçiminde sundu. İktidara yakın kesimler yeni şehir hastanelerinin yapılmasının, hastanelerdeki yüksek yatak kapasitesinin veya bilgisayarlı tomografi cihazlarının sayısının fazla olmasının Türkiye’yi kurtardığını iddia ettiler. Oysa bu yerli ve milli ölçütlerin yakınından bile geçemediği uluslararası standartlar Covid-19 bağlamında üç farklı ölçütü dikkate almak gerektiğini söylüyordu: Hastalık kapmış olanları belirlemek için yaygın test yapmak, pozitif olanların temaslarını takibe almak ve yeteri düzeyde koruyucu malzemeye sahip olmak. Aslına bakarsanız ölçütlerin üçü de son tahlilde sağlık çalışanlarının yaşam güvenliğinin ve çalışma koşullarının başarılı bir salgın yönetiminde ne kadar merkezi bir faktör olduğunu gösteriyor. Zira hem testi yapacak olanlar hem temasları takibe aldıracak olanlar hekimler ve onlara destek hizmeti veren diğer sağlık çalışanları. Bu yüzden koruyucu malzemeye en çok ihtiyaç duyanlar da yine onlar.

Böyle bakıldığında sağlık çalışanlarını talileştiren bir salgın yönetiminin başarılı olacağına inanmak, pilotu ve uçuş ekibi gözden çıkarılmış bir uçağın güvenle yere inebileceğine inanmaktan farksızdır. Bu inancın çarpıcı bir yansımasını Cumhurbaşkanlığı tarafından yayımlanan 2020/8 sayılı İdari İzin Genelgesi’nde görebiliyoruz. Genelge, 60 yaş üstü kamu görevlilerinin ve kronik hastalığı olanların salgın süresince idari izinli sayılmasını düzenliyor. Burada sayılan hastalıkların listesi veya idareye tanınan esnekliğin kapsamı zamanla değişime uğrasa da sağlık personeli ve MİT çalışanlarının idari izin kapsamının dışında tutulduğu hükmü hep korundu. Yani kapsam dışı olanlar riskli gruplarda olsalar dahi idari izin kullanmalarına müsaade edilmemektedir. Başka bir deyişle “O işin fıtratında ölüm var” veya “Orası yan gelip yatma yeri değildir” şeklindeki akıl yürütmelerin, yani iş güvenliği konusundaki genel kurban ekonomisinin somut bir yansımasıyla karşı karşıyayız.

Kurban ekonomisi derken kimin öleceğine kimin kalacağına, kimin feda edilebilir kimin vazgeçilmez olduğuna karar vermeyi sağlayan muhasebe anlayışını kastediyorum. Söz konusu muhasebe bizi büyük çoğunluğun büyük yararı için alınan kararın en akılcı karar olduğu ve ahlaken de en üstün tutumu temsil ettiği sonucuna götürür. Biz bu zalim ekonomik kuralın uygulanışını ve etkilerini İspanya ve İtalya gibi ülkelerde görmüştük. Orada feda kararı karşımıza tıbbi bir karar şeklinde çıkıyor ve yaşanan ahlaki açmaz kendini “hekimin ikilemi” olarak dışavuruyordu. Tabii bütün mesleki çabası yaşatma ve zarar vermeme ilkesi üzerine kurulmuş olan sağlık çalışanı, yaşlı veya kronik hasta diye yaşam şansı az olanları arka sıraya itme mecburiyetinde kaldığında, bu durumu büyük bir trajedi olarak deneyimliyordu. Söz ettiğim kurban ekonomisi farklı ülkeleri kat edip Türkiye sınırlarına geldiğinde aklın ve mantığın sınırlarına da ulaşmış gibi görünüyor. Zira böylesi feda etme veya kurban vermeler ancak geride kalanları yaşatacak olan hekimlerin var olması durumunda ilk baştan hedeflendiği gibi büyük çoğunluğun yararına kabul edilebilir. Bu bakımdan Türkiye’de sağlıkçıyı idari bir kararla riske atan yaklaşım sadece çelişkili ve verimsiz değildir, aynı zamanda krizin kötü yönetildiğinin de en güçlü belirtisidir.

Elbette kurban ekonomisi, yaşamın bütünü üzerinde denetim kurma iddiasında olan, son aşamada insanların hayat hakkı üzerine karar vermeye dayanan karmaşık bir iktidar şebekesinin muhasebe anlayışını yansıtır. Bu bakımdan onun radikal bir eleştirisini yapmak ve özgürlükçü perspektiften hayatı geliştirecek, insanı güçlendirecek çözümlere odaklanmak elzemdir. Ama burada şimdilik Türkiye’de geçerli olan işleyişin dünya genelince “başarılı” kabul edilen uygulamadan hangi noktalarda ayrıldığını göstermekle yetinelim. Dünya çapında açığa çıkan eğilimler buraya ulaştığında, hâkim olan yerli ve milli söylemin prizmasında kırıldıktan sonra kendine bir uygulama alanı bulabiliyor. Salgının ilk günlerinde koruyucu malzeme yetersizliği sorununu hekimlerin üstüne yıkan Zonguldak Valisi'nde bir nüve halinde var olan eğilimler bugün serpilmiş, olgunlaşmış ve en gelişmiş haliyle açık bir hekim karşıtlığı biçimini almıştır. Söz konusu karşıtlık bize herkesin ölmemesi için hekimlerin bazı zorunlu tercihler yapması gerekir çözümünü sunmuyor, yönetimin başarısız gözükmemesi için sağlıkçılar ölebilir, siz de başınızın çaresine bakın formülünü hayata geçiriyor.

Söz konusu formülasyon uluslararası standartların ölçüsünden kaçmak için, örneğin tomografi cihazı sayısı gibi, yerli ölçütler üretmekle kalmıyor “vatansever hekimler”den oluşmuş yeni bir tıbbi heyet kurmanın önceliği üzerinde durmak yoluyla sorunun bağlamını da yeniden tanımlıyor. Sağlık çalışanlarını MİT çalışanları ile aynı düzlemde değerlendiren bir pandemi yönetiminin bağlamının insan güvenliğince değil milli güvenlik anlayışınca belirlendiği açıktır. Böylesi bir anlayışın Türkiye açısından yarattığı en büyük sorun kendini artık açık bir “meslek krizi” şeklini alan uzmanlık yitiminde, başka bir ifadeyle mesleksizleştirmede ortaya koyuyor. Sadece sağlıkçılar değil hukukçular, gazeteciler, mühendisler, öğretmenler, akademisyenler ve diğer meslek grupları da bu krizden payına düşeni alıyor. Akademisyenler barış istediğinde, gazeteci haber yaptığında, avukat adil yargılanma talep ettiğinde karşısına çıkan engel neyse şimdi hekimlerin ve TTB’nin karşısında duran da odur. Asıl mesele bir mesleğin evrensel standartların, dayandığı bilimsel ilkelerin o mesleğin uygulayıcılarına dayatılan yerelciliğin zorbalığına karşı nasıl savunulacağında düğümlenmektedir. TTB iktidar tarafından ilk kez hedef alınmıyor; önceden savaşın bir halk sağlığı sorunu olduğunu ilan edince de hedef haline gelmişti. Şimdi TTB kapatılsın denmesi kadar, hekimlerin ve diğer sağlık çalışanlarının gözden çıkarılmasını da Türkiye’de yaşanan genel meslek krizi çerçevesinde anlayabiliriz.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.