Dr. Sevinç Özgüner’in katli: Tabipler ve faşistler
TTB Merkez Konseyi üyesi Dr. Sevinç Özgüner, 1980’de faşistlerce evi basılarak katledilmiş; bu olayın failleri birçok kez devletin ‘eline geçmesine’ rağmen yargılanmamış; dava zamanaşımına uğramıştı. Tetikçiler de sorumlu bürokratlar da devlet hizmetinde çalışmaya devam ettiler. Topluma karşı sorumluluk hisseden, ülkesi ve insanları için endişelenen tabipler ve onların örgütü Türk Tabipleri Birliği’yle devletin ve faşistlerin arasındaki, dünden bugüne değişmeyen ilişkinin resmi budur.
22 Mayıs 1980’i 23 Mayıs’a bağlayan sabaha karşı, Mecidiyeköy’deki bir evin kapısı üç saldırgan tarafından kırıldı. Saldırganlar, gürültü üzerine yatak odasından çıkarak kapıya yönelen bir çiftin üzerine kurşun yağdırdılar. Sonra yine gürültüyle merdivenleri inerek kaçmaya başladılar. Silah sesleri üzerine balkona çıkan komşulara da ateş ederek uzaklaştılar. Aynı kapıyı 4 gün önce de kırmışlar, tesadüfen evde kimse olmadığından cinayeti işleyememişler, ama ‘kim’ olduklarını gösteren bir not bırakmışlardı: “Mecidiyeköy komünistlere mezar olacak!”
Saldırıya uğrayan, Sevinç ve Vecdi Özgüner çiftiydi. Her ikisi de tabipti, sosyalistti. Sevinç Özgüner Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi üyesiydi. Hastaneye kaldırılırken, sadece “çabuk gidelim” ve “su” diyebildi. Yolda can verdi.
Özgüner çiftinin evi, Gayrettepe’deki İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne birkaç yüz metre uzaklıktaydı; hatta dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Şükrü Balcı’nın evine de! Faşist tetikçiler, bu yakınlığa ve komşuların hemen polisi aramasına rağmen rahatlıkla kaçtılar. Polis cinayet mahalline gazetecilerden çok sonra geldi. İki yıl önce arabaları yakılan, dört gün önce kapıları kırılan, sürekli tehdit altındaki solcu tabipler, polis merkezinin ve polis şefinin evinin birkaç sokak ötesindeyken de güvende değillerdi. Peki makamının ve konutunun bu kadar yakınında işlenen cinayetin zanlılarını ‘bulamayan’ Emniyet Müdürü Şükrü Balcı kimdi? 12 Mart 1971 darbesi sonrası günlerde İstanbul’da Siyasi Şube Müdürü’ydü. O dönem solcu aydınlara ve gençlere yapılan ağır işkenceler, kanıtlarıyla ve defalarca gündeme gelmiş, ancak Balcı’nın bürokrasideki yükselişi durmamıştı. 1977’de İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı, 1978’de Müdür oldu. 16 Mart 1978’de, faşistlerin Beyazıt’ta öğrencilerin üzerine bomba atarak gerçekleştirdiği katliamla ilgili olarak ‘ihmal’ suçlamasıyla yargılandı. Yedi öğrencinin öldürüldüğü katliamı gerçekleştiren ülkücü Ali Yurtaslan sonradan itirafçı olacak ve kullandığı bombayı Abdullah Çatlı’dan aldığını söyleyecekti.
Çatlı’ya döneceğiz. Ama hem Çatlı’ya dönebilmek için hem de TTB Merkez Konseyi üyesi Sevinç Özgüner’in katledilmesini daha iyi anlayabilmek için Şükrü Balcı’dan devam edelim. İstanbul’un polis şefi Balcı, 12 Eylül darbesinden sonra da görevini korumayı ‘başaran’ bürokratlardan biri oldu. Cunta lideri Kenan Evren, onu İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde tutmakla kalmadı, Vali kadrosuyla taltif etti. Ve Balcı, 6 Kasım 1983 seçimlerine birkaç ay kala, zorunluluk gereği istifa edene dek bu görevi sürdürdü. 12 Eylül 1980’den bu tarihe kadar, İstanbul’daki siyasi şube 90 gün süren işkencelerin merkeziydi. Çok sayıda kişi bu işkencelerde katledildi. Sayısı halen tam olarak bilinmeyen kişi gözaltında ‘kayboldu’. Polis pek çok infaz gerçekleştirdi… Tüm bunların ‘Müdürü’ Şükrü Balcı, seçim yasası gereği istifa etmek zorunda kaldıktan sonra Dışişleri Bakanlığı kadrosuna alındı ve kendisi için ihdas edilmiş bir müşavirlik kadrosuyla Washington Büyükelçiliğine atandı. Devlet, onun kanlı karnesini ödülsüz bırakmıyordu. Ancak Balcı’nın dosyasında sadece işkence ve infazlar yoktu. Rüşvet ve yolsuzluk konularında da ‘kuvvetli’ bir sicili vardı. Şükrü Balcı’nın, 70’lerin son yıllarından itibaren, İstanbul polisindeki rüşvet çarkının orkestrasyonunu yaptığını söyleyenler bile oldu. Büyük vurgunu, ülkenin ekonomik koşulları ve burjuvazinin ihtiyaçlarıyla çok ‘uyumlu’ bir alanda, kaçak döviz transferleri konusunda yapmıştı. 70’lerin sonu Türkiye ekonomisi için bir ‘döviz krizi’ ile de işaretlenebilir. Sanayi burjuvazisi başta olmak üzere iş dünyası ihtiyacı olan dövizi bulmakta zorlanıyor; döviz ihtiyacı, kaçakçılık ve uyuşturucu ticareti gibi illegal trafiklerle ülkeye giren dolarlarla tahkim ediliyordu. Bu dönem, kaçakçılık, uyuşturucu tüccarlığı ve kumarla iştigal eden mafya gruplarıyla burjuvazi ve güvenlik bürokrasisi arasında ‘zorunlu’ ilişkiler yaratmıştı. İstanbul Emniyeti, illegal dövizin el değiştirmesine aracılık eden tefecilerle de o dövizi sağlayan mafyayla da ilişkilenmişti. Ama işte her büyük suç kendi ‘küskünleri’ni ve ‘itirafçıları’nı yaratır. Balcı ABD’ye gidince bu ilişkilerin bir kısmı deşifre oldu. Zaten burjuvazinin ve onun ‘sağ kolu’ Özal iktidarının bu trafiğe olan ihtiyacı da azalmıştı. Operasyonlar yapıldı. Sorgulanan bazı mafya babaları Şükrü Balcı’nın ismini verdiler. Mafya, tefeciler ve burjuvazi arasındaki döviz trafiğinden komisyon aldığını, kentteki kumarhaneleri de faaliyetlerine göz yumma karşılığında haraca bağladığını söylüyorlardı. Rüşvet ve irtikap suçlamasıyla yargılandı. Nihayetinde ‘delil yetersizliği’ gerekçesiyle beraat ettirildi.
Şimdi Çatlı’ya ve tabip Sevinç Özgüner’in katledilmesine dönebiliriz. Özgüner çiftinin evini basan katillerin kim olduğu biliniyordu: Müfit Sement, Osman Sönmez, Adnan Kaya, Mustafa Fidan ve İsmet Ayhan… Bunlardan İsmet Ayhan hiçbir zaman bulunamadı. Adnan Kaya ve Mustafa Fidan ise bir süre sonra ‘yakalandı’, ‘yargılandı’ ve ‘delil yetersizliği’ denilerek serbest bırakıldı. Müfit Sement ve Osman Sönmez ise bu cinayetle ilgili olarak hiç ‘yakalanmadı’lar. İkisi de darbeden sonra Şişli-Mecidiyeköy bölgesinde ülkücülerin işlediği başka cinayetler nedeniyle tutuklanmış, ancak Özgüner cinayetiyle açık ilişkileri her nasılsa gündeme gelmemişti. Bir süre sonra diğer cinayetlerle ilgili olarak da ‘delil yetersizliği’ nedeniyle salıverildiler. Derhal yurtdışına (yine kolayca) kaçtılar. Müfit Sement, soluğu Fransa’da Abdullah Çatlı’nın yanında almıştı. Bu ‘kaçışlar’ sırasında da emniyet müdürü Şükrü Balcı’ydı. Müfit Sement, 1984’te Fransa polisinin ülkücülere yönelik “eroin ticareti” operasyonunda Çatlı’yla birlikte tutuklanıp 5 yıl hapis yattı ve 1989’da Türkiye’ye iade edildi. Ancak bu iadeden sonra da Müfit Sement’in Sevinç Özgüner cinayetiyle ‘bağı’ ortaya çıkmamıştı. Devlet, uluslararası nedenlerle ve başka bir suçtan hapse atmak zorunda kaldığında bile tabibin katilini koruyordu. Bu ‘koruma’ ilişkisinin merkezinde dikkat çekici bir isim daha var: Mehmet Ağar. Ağar, Sevinç Özgüner katledildiğinde İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele şube müdür muaviniydi; zanlılar yurtdışına kaçtığında Asayiş Şube Müdürü; Türkiye’ye iade edildiklerinde Ankara Emniyet Müdürü ve tekrar ortadan kaybolduklarında ise İstanbul Emniyet Müdürü’ydü… Tıpkı amiri Şükrü Balcı gibi, ‘her şeye rağmen’ kariyer basamaklarını tırmanmıştı, Şükrü Balcı’nın önce Personel Müdürü, sonra terörden sorumlu muavini Mehmet Ağar, Balcı rüşvet ve irtikap suçlamasıyla yargılanırken lehinde tanıklık edenlerden de biriydi... Sonrası malum İçişleri Bakanlığı’na kadar yükseldi.
Ağar bakanken meydana gelen ve nihayetinde onun da istifasına yol açan Susurluk kazasından sonra ortaya çıkan bilgiler tabloyu büyük oranda bütünledi. Tıpkı Abdullah Çatlı gibi, Özgüner cinayetinin zanlısı Müfit Sement de ‘devlet adına’ çalışıyordu. Başbakanlık müfettişi Kutlu Savaş’ın hazırladığı Susurluk Raporu’nda Müfit Sement MİT ajanı olarak tespit edildi. Örneğin işadamı Mehmet Ali Yaprak’ın kaçırılarak sorgulanması ve bu sorgunun kaydedilmesi olayına karışmıştı. Rapora göre suç ortakları, Abdullah Çatlı ve 1978’de yedi TİP’li gencin öldürülmesiyle ilgili ‘katliam değil intikamdı’ diyen bir başka ülkücü Haluk Kırcı’ydı… Müfit Sement, Susurluk sürecinde de Sevinç Özgüner’in öldürülmesiyle ilintilendirilmedi. Özgüner cinayeti davası 2000 yılında zamanaşımına uğradı.
* * *
Tabiplerin “Sevinç Abla”sının cenazesi, Levent Camii’nden Zincirlikuyu’ya kadar uzanan, öfkeli ve kederli bir kalabalığın katılımıyla uğurlandı. Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi’nin, Toplum ve Hekim dergisinin Haziran 1980 tarihli sayısında onunla ilgili yayınladığı açıklamada şu ifadeler yer aldı:
“Sevinç ablayı, bu ülkeye faşizmi daha da yerleştirmek için vurdular. Sevinç ablayı, bu ülkede özgürlükler ortadan kalksın diye, demokrasi ortadan kalksın diye, işçi sınıfı, emekçi katmanlar üzerindeki sömürü sürsün diye vurdular. Bu ülkedeki dış ve iç egemen güçlerin oynadığı büyük oyunun sürmesi için, daha büyük oyunlar oynaması için vurdular. Tekellerin kârları artsın diye vurdular.”
Topluma karşı sorumluluk hisseden, ülkesi ve insanları için endişelenen tabipler ve onların örgütü Türk Tabipleri Birliği ile devletin ve faşistlerin arasındaki, dünden bugüne değişmeyen ilişkinin resmi budur. Halk sağlığı için mücadele eden tabiplerin uğradığı saldırılar yöntem ve araçlar bakımından değişiyor olabilir; ama bu saldırılar bir süreklilik halindedir ve ‘ideolojik’ değildir.
Hakkı Özdal Kimdir?
1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.
Türkiye’nin ‘anlık’ görüntüsü: Xiaomi-Salcomp’ta sendika direnişi 17 Eylül 2021
Menderes’in elini yakan büst 10 Eylül 2021
28 Şubat ‘intikamı’: Güç değil, zayıflık alameti 24 Ağustos 2021
Köylüler ve ‘beyaz etçi’ler: Halk ve sermaye 06 Ağustos 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI