Kısa Türkiye Tarihi’ne zeyl: Ölümünün 35. yılında andığımız Ruhi Su ve ona reva görülenler
Ruhi Su, büyük kayıplarımızdan. 20 Eylül 1985’te, devlet ona pasaport vermediği için öldü. Bir anlamda darbeciler tarafından öldürüldü. 1973’te Şili’de cuntanın Victor Jara’ya yaptığı gibi herkesin gözü önünde öldürülmedi belki ama yapılanın bundan farkı yok. Bilakis daha da sinsice.
‘80’li yıllar, Türkiye’nin karanlık yılları. Tarihimiz karanlıklarla, acılarla dolu aslında ama bu dönemi diğerlerinden ayıran, izlerinin hâlâ sürüyor oluşu. Memleket bir daha toparlanamadıysa, bunda, 12 Eylül 1980’de yaptıkları darbeyle yönetime el koyan Kenan Evren ve arkadaşlarının payı büyük. İçinde bulunduğumuz dönemi hazırlayan da onlar: Çıkardıkları yasalar ve art arda yaptıkları, kötülüğün içten içe palazlanmasına sebep oldu. 12 Eylül’ün 22. yılında iktidara gelen AKP, bugün, o dönemde çıkartılan yasaların koruyuculuğunda ilerliyor, darbeyi yargıladıklarını söyledikleri hâlde başta YÖK, darbenin kurumlarından medet umuyor. Bu, şüphesiz ayrı bir yazının konusu. Geçtiğimiz hafta yazdığım yazıyı “Bugün, aslında dünde gizli,” cümlesiyle bitirmiştim; tefsiri özetle bu.
Beş hafta önce yazmaya başladığım “Kısa Türkiye Tarihi”nin bu bölümünde ‘80’li yıllarda kurulan toplulukları anlatacak, Yeni Türkü’den Ezginin Günlüğü’ne, Mozaik’ten Bulutsuzluk Özlemi’ne uzanacak, rock’un yeniden uyanışından söz edecek, o dönemde “özgün müzik” olarak anılan türün ortaya çıkışını anlatacaktım. Bunları anlatırken gözden kaçırmamamız gereken Ahmet Kaya ve Grup Yorum’dan da söz etme niyetindeydim. Bunu önümüzdeki hafta yapacağım çünkü bu hafta, bugün ölümünün 35. yılında andığımız Ruhi Su’yu ve 12 Eylül’ün ona yaptıklarını anlatma niyetindeyim. Bunu, “Kısa Türkiye Tarihi”ne açılmış bir parantez olarak değerlendirebilirsiniz. Öyle bir parantez ki her koşulda açılması, her fırsatta yeniden yeniden anlatılması gerekiyor. Bunun için, yıllar önce yazdığım iki yazıdan da yararlanacağım. Okuyacağınız, “yeni” bir yazı ama yazık ki anlatacaklarım yeni değil. 12 Eylül yönetiminin başarısı tarihi değiştirmek, yaşananları unutturmak olmuştu. Ben, elimden geldiğince hatırlatmaya çalışıyorum. Bugünkü tekrar, biraz da bu sebeple.
RUHİ SU'NUN HAYATINI ÖZETLEME DENEMESİ
Ruhi Su, büyük kayıplarımızdan. 20 Eylül 1985’te, devlet ona pasaport vermediği için öldü. Bir anlamda darbeciler tarafından öldürüldü. 1973’te Şili’de cuntanın Victor Jara’ya yaptığı gibi herkesin gözü önünde öldürülmedi belki ama yapılanın bundan farkı yok. Bilakis daha da sinsice. Birazdan hikâyeyi ayrıntılarıyla anlatacağım ama öncesinde, Ruhi Su’nun hayatını kısaca özetleyeyim: 1912’de Van’da doğan, ailesini Ermeni tehciri sırasında kaybeden, Adana’da Öksüzler Yurdu’nda yetişen, Ankara Devlet Konservatuarı’nda eğitim gören, 1942’den itibaren pek çok operada rol alan, Ankara Radyosu’nda Batılı şan tekniğiyle yorumladığı halk ezgileriyle ünlenen bir isim, Ruhi Su. Yolunu, söylediği bu türküler çizdi. Radyo mesaisi kısa sürdü ama önce sahnelerde, sonra art arda yaptığı plaklarda söylediği türküler, ‘60’lı yıllarda yeşeren sol hareketlerin müzik alanındaki işaret fişeği oldu. Yunus Emre, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Köroğlu, Dadaloğlu gibi ozanların nefesini bugüne taşırken Nâzım Hikmet’ten Orhan Veli’ye, Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan Halim Şefik Güzelson’a çağdaşı şairlerin şiirlerinden yaptığı bestelerle farklı bir hat açtı.
Elinden tutarak onu bu dünyaya hazırlayan, yetiştirme yurdundaki müzik öğretmeni Mehmet Tahir. Ondan aldığı keman, ilk enstrümanı. Müzik öyle bir etki yapmış ki, dönemin savunma bakanı Recep Peker’in tebliğiyle Kuleli Askeri Lisesi’ne gönderilen küçük Ruhi, bu okuldan kaçarak Ankara Musiki Muallim Mektebi’ne girmiş. Sonrası, Ankara Devlet Konservatuarı. 1943’ten itibaren iki yıl, Ankara Radyosu’nda (on beş günde bir pazar sabahları 10’da yayımlanan) “Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor” adlı programı yapan sanatçı, ilk türkü resitalini Ankara Halkevi’nde vermiş, öcesinde korolar kurmuş. 1936’da, Musiki Muallim Mektebi’nde kurduğu koro önemli: Ahmet Adnan Saygun’un himayesinde Ses ve Tel Birliği Korosu’na evrilen koro bu. 1944’te DTCF bünyesinde oluşturduğu koro, sonrasında evleneceği Sıdıka Umut’la tanıştığı oluşum.
Türküleri, aldığı Batı müziği eğitiminin etkisiyle yorumlayan, “yöreselden ulusala, ulusaldan evrensele” şiariyla çalışan ve İstanbul Türkçesiyle seslendirmeyi tercih eden Ruhi Su, aksandan ve yerel ağızlardan ısrarla kaçındı; onları “anlaşılır” kıldı. 1975 sonlarında kurduğu Dostlar Korosu ile çoksesli denemeler de yapan sanatçı, sorasında Timur Selçuk, Cenan Akın, Sarper Özsan, Emin İgüs gibi önemli müzisyenlerin katkılarıyla bugünlere gelen koroyu en büyük mirası olarak bize bıraktı. Sadece bu değil: Sağlığında İmece etiketiyle yayımlanan on bir albüm ve on altı 45’lik plak, sonrasında Sıdıka Su tarafından derlenen [değişik zamanlarda (konser salonlarından dost meclislerine) farklı mekânlarda kaydedilmiş makara bantlarda kalmış] türküler ve bantlarda yayımlanmayı bekleyen nice kayıt… ‘90’lı yıllarda Nepa tarafından yenilenen bu külliyat bugün Ada Müzik tarafından yayımlanıyor.
ÖLÜMÜ, CENAZESİ, SONRASI...
Ruhi Su, bundan 35 yıl önce, 20 Eylül 1985’te aramızdan ayrıldı. 21 Eylül 1985 tarihli Milliyet gazetesinde “Halk türkülerinin ustasını yitirdik,” başlığıyla yayımlanan haberin devamında şu cümlelere rastlıyoruz: “Türk Halk Müziği yorumcusu büyük usta, Devlet Operası eski sanatçısı basbariton Ruhi Su, 73 yaşında dün sabaha karşı İstanbul’da öldü. Ruhi Su, bir süre önce kaldırıldığı Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde ameliyat edilmişti. Tanınmış sanatçı, gösterilen tüm ihtimama rağmen kurtarılamayarak, hayatını kaybetti.” Cunta gazetelere baskı yapıyordu; haber, bu yüzden ilk sayfada verilemedi. Devlet, Ruhi Su’nun cenzesini de engellemeye kalktı. Buna rağmen binlerce kişi onu uğurlamak için buluştu. 12 Eylül’den sonra düzenlenen ilk kitlesel eylemdi bu. Asker cenazeye katılan kalabalığa saldırdı, 163 kişi gözaltına alındı. Ruhi Su, mezarında da rahat bırakılmadı. Zincirlikuyu’daki mezarı defalarca kurşunlandı. Ekim 1997’de yayımlanan 12 numaralı Roll’a konuk olan Sıdıka Su, olanları şöyle anlatıyor: “Ruhi’nin bu ülkede rahat dolaştığı hiçbir zaman görülmemiştir. Derlemelerini hep büyük şehirlerdeki göçmen gecekondu halkından yaptı. Ona böyle baskı yapılmasının nedeni komünizm düşmanlığıydı. Bugün yaşasaydı gene aynı eziyeti çekerdi. (…) TRT’de hâlâ Ruhi Su yasak. On senedir her yıl anıt mezarını kırıyorlar. Değiştiriyoruz, bu sefer ateş ediyorlar. Düşünebiliyor musunuz, dört bir yanından mezarı kurşun yağmuruna tutmuşlar…”
Ruhi Su ve onun izinden gidenler, bu memlekette hep baskı gördü. Baskılar sürüyor. Sıdıka Su’nun söylediklerinde bugün de değişen bir şey yok: TRT’de hâlâ Ruhi Su yasak. Bu yasak, belli programlarda göstermelik olarak deliniyor belki ama o kadar.
Bu noktada, altı yıl önce (21 Eylül 2014’te) BirGün Pazar’da yayımlanan “Eylül acısı: Bir pasaport alamama hikayesi...” başlıklı yazımı devreye sokmak isterim. Anlatılan, gerçek bir hikâye. Sinsice, düşmanca tavır alan cunta, Ruhi Su’ya pasaport vermemek için tuhaf bahaneler öne sürmüş. Sıdıka Su, Cumhuriyet’in eki olarak verilen Siyaset 85’in 24 Kasım 1985 tarihli nüshasında şunları söylüyor: “1977’de (bütün engeller aşılarak) alabildiği pasaportuyla yurt dışında konserler verebilmek olanağına kavuştu Ruhi Su. 12 Eylül’den sonra da çıktı yurt dışına. (…) Türkiye’ye dönüşünde pasaportunun dolan süresini uzatmak için 2 Kasım 1981’de İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün ilgili şubesine başvurdu Ruhi Su. Ben ise 23 Nisan 1981’de başvurmuştum pasaport almak için. Bana, ilk kez pasaport verileceği için evraklarımın İçişleri Bakanlığı’na gönderildiği ve beklemem gerektiği söylenmişti. Ruhi Su’ya da ikinci bir emre kadar beklemesi. Bu bekleme nedense hiç bitmedi. Bu süre içinde Ruhi Su yurt dışından gelen konser çağrılarını ya yanıtlamadı ya da reddetti. Ama başka bir gelişme pasaport konusunu gündeme getirmekte gecikmedi: Ruhi Su hastaydı.”
RUHİ SU'YA NASIL PASAPORT VERİLMEDİ?
Dönemin güçlü dergisi Nokta, 15-21 Ekim 1984 tarihli sayısında “pasaport alamayanlar”ı haberleştirdi. Ruhi Su’dan yola çıkmıştı. Bu haber konuşulmaya başlayınca, devlet yetkilileri, “başvurusu bulunmadığı için pasaport verilmedi” açıklaması yaptı. Sıdıka Su’yu dinlemeye devam edelim: “Ruhi Su’ya prostat kanseri teşhisi konmuştu. Kendisine hiçbir zaman söylenmeyecek olan bu kötü haber hızla yayıldı. Ama pasaport olayında herhangi bir gelişme yoktu. (…) Yanıt hep aynıydı: Bir süre beklemesi gerekmekteydi. (…) Yurt dışından çeşitli başvuruların yapıldığı, Kültür Bakanlığı’na dört yüzü aşkın müzisyenin imzaladığı bir mektup gönderildiği, Ruhi Su’ya pasaport verilmesi için aracılık yapılmasının istendiği haberleri dolaşmaktaydı. (…) 6 Nisan 1985 tarihli Cumhuriyet’te yer alan bir haberden, (…) altı Alman sanatçının Kültür Bakanlığı’na baş vurduğunu öğrendi kamuoyu. Heinrich Böll, Wolf Bierman, Ingeborg Drewitz, Günther Grass, Siegfried Lenz, Günther Wallraff imzalı mektupta Ruhi Su’nun yurt dışında tedavi edilebilmesi için pasaport verilmesine aracı olması isteniyordu Kültür Bakanlığı’ndan. Aynı sanatçılar Ruhi Su’ya da bir mektup göndermişlerdi.”
Çabalar işe yaramadı. Gazeteler olayın peşini bırakmadı, Mustafa Ekmekçi, Uğur Mumcu gibi isimler ortak tanıdıklarını araya sokarak devletin önemli kişilerinden ricacı oldu ancak hep bir engel çıktı. Son “engel”, 1985 baharında bildirildi: Sıdıka Su’nun 1981’de yaptığı başvuru “incelenmiş”, pasaport çıkartılmış ancak “alınmadığı için arşive kaldırılmış”tı. Ruhi Su’nun başvurusu ise “bulunamıyor”du. Hızla yeni bir başvuru yapıldı, 14 Haziran 1985 tarihinde, 11022 sayılı yazıyla, sanatçının “bir defaya mahsus olarak yurt dışına giriş ve çıkışına” izin verildi. Ruhi Su, Sıdıka Su’nun deyimiyle, “sağlığı yurt dışına çıkamayacak ölçüde kötüleştiği için” bu pasaportu hiçbir zaman kullanamadı.
Yukarıda da söyledim, gazeteler, Ruhi Su’nun ölüm haberini iç sayfalarda verdi. Biri hariç: İlk sayfadan büyük bir fotoğrafla haberi “gören” Cumhuriyet’in ikinci sayfasında, iki küçük ilan göze çarpıyordu. Sıdıka Su – Ilgın Su imzasıyla yayınlanan, çok sadeydi: “20.09.1985 / Ruhi Su aramızdan ayrıldı.” Diğer ilan, “dostları”ndan bir çağrıydı: “Ruhi Su’yu çiçeklerle sevgilerle uğurlayacağız. O’nu 22 Eylül 1985 Pazar günü öğle namazından sonra Şişli Camii’nden alıp, Zincirlikuyu Kabristanı’na defnedeceğiz.”
Aynı gün, Milliyet, kimi sanatçılara Ruhi Su’yu sormuştu. Vedat Günyol, “Çok üzüldüm. Canım kadar sevdiğim bir adamdı. Çok yakın dostumdu. Türküleriyle günü açan bir dosttu” derken, onunla çalışmış, onun ileri görüşlülüğünü ve terbiyesini sahnesine taşımış olan Timur Selçuk şunları söylüyordu: “Ruhi Su’nun dünya görüşü ve sanatı, birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Halk türkülerimizin çağdaş bir biçimde yorumlanması ve derlenmesi konusunda bir ömür boyu verilen emek, hepimize örnektir. Bundan böyle anısı ve eserleri, bizlerle beraber olacak. Başımız sağ olsun.” Aynı sayfada görüşleri sorulan müzik eleştirmeni Faruk Yener, Ruhi Su’nun “sanatı”na farklı bir yerden bakmayı tercih etmişti: “Türk sanat yaşamı, yarattığı özgün üslupla, inandığı doğrultuyla seçkinleşen değerli bir müzik adamını yitirdi. Operadan kaynaklanan köklü bilgisini, halkın geleneksel folkloruyla özdeşleştirmeye yönelik çabası ilgiyle karşılanmış, bu yürekli sentez, daima söz konusu edilen ilginç sonuçlar getirmiştir. Opera tarihimizdeki yeri ve bu çabaları, Ruhi Su’nun unutulmaması için yeterli sayılacaktır inancındayım.”
FİKRET KIZILOK, RUHİ SU'YU ANLATIYOR
22 Eylül 2001’de aramızdan ayrılan Fikret Kızılok, Ruhi Su’dan etkilenen isimlerden. Sanatçı, 12 Eylül’ün karanlığını dağıtan dergilerden Yeni Gündem’in 18 Ekim-1 Kasım 1985 tarihli sayısına konuk olmuş, “Kişiliğiyle, türküsüyle bir bütündü” başlıklı bir yazıda Ruhi Su’yu anlatmış:
“Ruhi Su, müzik ötesinde başka şeylere sahip bir insandı: Sağlam bir karakter, satılmazlık, menfaatler ne olursa olsun yön değiştirmemek, aynı yolda devam etmek. Bunlar bizim için bir örnekti. (…) Ruhi Su denince insanın aklına yalnız müzik gelmemeli. (…) Ruhi Su sesli türkülerde Anadolu’nun beraberliğini birliğini, Muzaffer Sarısözen ekolünden çok daha iyi başaran bir kişi. (…) Bunu TRT otuz senedir yapmaya çalışıp beceremiyor. Büyük ve geniş bir ses, bas bariton bir ses; söyleyiş yalnızca bas baritonlukla kalmıyor, buna daha sonra yürek katılıyor. Karakter icabı direnen bir kişiliği var, hepsi sesinde birleşiyor. (…) Ruhi Su’nun besteleri de vardı; fakat o çok mütevazı kişiliğiyle, onları ön plana çıkarmak istemedi, çıkarması gerekirdi. Fakat tuttuğu yol öyle bir yoldu ki, Anadolu’nun bağrından çıkan türküleri önce bir bitireyim, sonra belki kendime dönerim diye başladı ama kendine dönemedi, icracı ve yorumcu olarak kaldı.”
Kızılok yazının bir yerinde “Burada bir önemli nokta var; müzik müzik olarak mı kalmalı, yoksa bir işlevi olmalı mı?” sorusunu soruyor ve buna “Müziğin mutlaka bir işlevi olmalı,” diyerek cevap veriyor. Yine de şerhini koyuyor: “Ama şarkı yapıyorsunuz, şarkı güzel şeylerden bahsediyor, toplumsal şeylerden bahsediyor, sonra bu şarkıyı satmaya başlıyorsunuz. Buna ben sol pazar adını veriyorum, bu duyguları içeren insanlar kendilerine hitap edecek şarkıları bekliyorlar, bunlarla büyüyorlar. Bunu sezen, bu kurnazlığı yapan insanlar var Türkiye’de, bunu pazarlayan insanlar var. Ruhi Su, öyle bir insan değildi, kişiliği, türküsü bir bütündü.”
Bunun üzerine ne söylenebilir ki? Yine de bir son sözle bu parantezi kapatayım ve bu yazıyı “Kısa Türkiye Tarihi”nin zeyli olarak diziye ekleyeyim. Başta söylemiştim, bu “yeni” bir yazı olmakla birlikte anlattıklarım yeni değil. Çok uzağa gitmeye gerek yok: Geçtiğimiz yıl 22 Eylül’de bu köşede “İki ustaya saygı: Ruhi Su ve Fikret Kızılok” başlıklı bir yazı yayımlamış, onda da aşağı yukarı burada anlattıklarımı anlatmıştım. Her yıl tam da bu vakitlerde farklı mecralarda (kimi zaman aynı cümlelerle) Ruhi Su’yu anlatmam tesadüf değil. Unutmamak, unutturmamak için bunu yapmak gerekiyor. Adını yaşatmak, öğretisini, sesini, sazını ve türkülerini gelecek kuşaklara aktarmak boynumuzun borcu. Sesini kısmaya çalışanlara, türkülerinin kaydedildiği plakları ve kasetleri yasaklayanlara inat hep bir ağızdan söylediğimiz, söyleyeceğimiz türkülerle bunu başaracağız.