YAZARLAR

Barış Günü'nde 'Soğuk Savaş'

Yunanistan ve Türkiye arasında, “barış” değilse de, “savaşsızlığı sağlayabilecek bir müzakere” sürecine girdik -şimdilik. Diğer bir deyişle, Ege’de savaş rüzgarları esen bir yazı geçirdikten sonra, “Soğuk Savaş” noktasına geldik. Soğuk Savaş psikolojisi iki tarafta da kök salarken, asıl kazanan silah satanlar olacağa benziyor.

Bugün, Dünya Barış Günü.

Bugün, New York’ta Birleşmiş Milletler Merkezi’nde “Barış Çanı”nın sesi yankılanacak. 1954’te, Japonya tarafından bağışlanan bu çan, dünyanın tüm kıtalarından çocukların bağışladığı bozuk paralarla yapılmış. Çanın üzerinde, Japonca “Çok yaşa nihai dünya barışı” yazıyor.

Barıştan çok savaşı konuştuğumuz; herkesin kendini güvende hissetmek için daha çok silahlanmak istediği şu günlerde, “barış günü” de başlı başına bir ütopyaya dönüştü. Sanki barış, çok uzak, çok gerçek dışı, ulaşılmaz bir hayal de; tek gerçeklik “savaş” olabiliyor gibi bir ön kabul gelişti.

Sağ popülist siyasetten dalga dalga bütün dünyaya yayılan ve sağlı sollu tüm politik çizgileri, “savaşa” doğru hizalayan bu algı, her yerde karşımıza çıkıyor.

Geçtiğimiz haftalarda, benim de bir süre yaşadığım ve bir evimin bulunduğu Yunanistan’ın başlıca gazetelerinden Kathimerini’de yayınlanan “Harekete Geçme Zamanı” başlıklı bir yorum yazısında, ülkenin son yıllarda askeri harcamalarında geride kaldığı vurgulanıyordu. “Türkiye tehdidinin” kalıcı olduğu ve ivedilikle, Yunanistan bütçesinin emeklilere yapılacak geri ödemeler gibi sosyal harcamalardan feragat edilerek, silah alımına odaklanılması gerektiği öne sürülüyordu. Bu görüş, açıkçası öyle yabana atılır ve Yunanistan’da “marjinal” bir görüş de değil. Yazıyı kaleme alan Alexis Papahelas, Kathimerini’nin genel yayın yönetmeni; ülkenin önde gelen yorumcularından.

Yunanistan’ı, bir zamanlar Sovyetler Birliği döneminin, “düşmanın kapı eşiğindeki” Finlandiya gibi gören bu düşünce, orada yaygınlaşıyor. Yunanistan’ın kendini böyle tanımlaması ötesinde, Avrupa’nın da Yunanistan’ı “Soğuk Savaş’ın Finlandiyası” gibi görmeye başlaması gibi de bir durum söz konusu.

Avrupa Birliği’nin Türkiye ile ilişkilerinde teması başlıca sağlayan isim olan AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Yüksek Komiseri Josep Borrell’in geçen hafta Avrupa Parlamentosu’na yaptığı konuşmada da, bu tarz bir tehdit algısının esintileri vardı. Borrell (hani 6 Temmuz’daki Ankara ziyaretinde, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun “Bor-el” marka el dezenfektanı hediye ettiği kişi), Türkiye’yi de Rusya ve Çin gibi “rakip” veya “tehdit” olarak görülen ülkeler arasında saydı. "Avrupa, eski imparatorlukların geri döndüğü bir durumla karşı karşıya, en az üçü dönüyor: Rusya, Çin ve Türkiye."

Bu ifadeler, Türkiye’nin tıpkı Rusya ve Çin gibi, Avrupa’nın “mecburiyetten” diyaloğunu ve ilişkisini sürdürmek zorunda olduğu bir konuma geldiğini tescilliyor. Avrupa, Türkiye’ye karşı, tıpkı Çin ve Rusya ile ilişkisinde olduğu gibi, her an temkinli, karşısındakinin de “dostu” olmadığının her an için aklında bulundurduğu bir yaklaşımı artık açıkça benimsiyor.

Bu hafta, 24-25 Eylül’de Avrupa Birliği’nin önemli bir buluşması var; AB Konseyi toplantısı. Masadaki başlıca konulardan biri de, Türkiye ve Çin ile ilişkiler olacak. AB Konseyi Başkanı Charles Michel’in çağrısıyla Brüksel’de gerçekleşecek bu zirvede, Doğu Akdeniz gerginliği nedeniyle Türkiye’ye yaptırımların getirilmesi söz konusu olacaktı. Almanya’nın AB Konseyi Dönem Başkanlığı esnasında (Ocak 2021’de dönem başkanlığı Portekiz’e geçene dek) Türkiye’ye yaptırımların gelmesini ben beklemiyorum. Hele de, Ankara’nın Oruç Reis sismik araştırma gemisini Antalya’ya geri çekmesi ile yaptırım ihtimali iyice düştü.

Almanya, Türkiye’ye şu an yaptırımlar uygulanmasından yana değil. Belki Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in, “Ankara’yı diyalog ve uzlaşma yoluyla idare etme” politikası, artık Avrupa’da pek de rağbet görmüyor -hatta bu politikanın “son kullanma tarihi” de doldu dolacak.

Kathimerini’ye röportaj veren Almanya Dışilişkiler Konseyi Başkanı ve Borrell’in Özel Danışmanı Daniela Schwarzer, “Türkiye’ye yaptırımlar uygulanması bir çok açıdan komplike bir konu: Uygulanmalılar mı, ne derecede uygulanmalılar, hangi şartlar altında uygulanmalılar, hangi şartlar altında kalkmalılar gibi birçok konu var önümüzde. Henüz, geniş ve derin yaptırımlar noktasına gelmedik. Arabuluculuk çabalarının başarılı olması için bir şans daha tanınmalı” diyordu.

Laf kalabalığı ile top çevirme manasına gelen bu açıklamalar, Almanya’nın kendi dönem başkanlığında Türkiye’ye yaptırım getirilmesini istemediğini; bu sorumluluğu üstlenmek istemediğini de açıkça gösteriyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da, açıkçası, özellikle dış çevrelere karşı, Yunanistan Başbakanı Kiriakos Miçotakis ile diyaloğa açık olduğu mesajını çok net biçimde verdi. Tam da, Yunanistan’da aşırı sağ çizgideki Dimokratia gazetesi, o malum Türkçe küfürlü manşeti atmışken bu konunun fazla mesele edilmeyip de, Ankara’nın kendi çerçevesinde “zeytin dalı” uzattığını söylemek bile mümkün.

İçerdikleri sembolizmle başlı başına bir “mesajlaşma aracı” haline gelen NAVTEX’lerden Türkiye’nin yayınladığı son iki tanesi de, “tansiyonu düşürmeye” yönelikti. 15 Eylül’de Sakız Adası’nın silahlandırıldığına ve bunun da Lozan Anlaşması’na aykırı olduğuna vurgu yapan NAVTEX’in özelliği, “uzlaşmacılığı” idi. Nasıl mı derseniz; daha önce tartışmaya açılması Yunanistan’da endişe yaratan Lozan Anlaşması, bu kez “diplomatik temel” alınıyor. 18 Eylül’de ilan edilen diğer NAVTEX ise, Ege değil Akdeniz’e yönelik kapsamda.

Sonuç olarak, Yunanistan ve Türkiye arasında, “barış” değilse de, “savaşsızlığı sağlayabilecek bir müzakere” sürecine girdik -şimdilik. Diğer bir deyişle, Ege’de savaş rüzgarları esen bir yazı geçirdikten sonra, “Soğuk Savaş” noktasına geldik. Soğuk Savaş psikolojisi iki tarafta da kök salarken, asıl kazanan silah satanlar olacağa benziyor.

21 Eylül 2020’de “Barış Günü”nde Türkiye ve Yunanistan olarak bize düşen “daha çok silah” olurken, eğitim-sağlık-sosyal güvenlik gibi bütçe kalemlerinin de askeri harcamalar için budanacağını öngörmek çok da zor değil.


Sezin Öney Kimdir?

Gazeteci ve siyaset bilimci. Yeşil ve çevreci olmak hayatının odağındadır. Uluslararası ilişkiler, tarih, siyaset bilimi, milliyetçilik çalışmaları ve çatışma çözümü ve analizi üzerine Türkiye’nin yanısıra, ABD’de ve Avrupa’da birçok üniversitede eğitim görmüştür. Dil hakları, uluslararası hukukta kendi kaderini tayin hakkı ve 2010’dan beri de ağırlıklı olarak, popülizm üzerine çalışmaktadır. Gazetecilik çalışmalarında, Avrupa Birliği ve Avrupa siyaseti üzerine odaklanmaktadır. Son yıllarda, kamuoyu araştırmaları üzerine branşlaşmaya başlamıştır. Orta ve Doğu Avrupa tarihi, politikası da ilgi alanları arasındadır. Budapeşte ve Selanik ile beraber İstanbul-Ankara-İzmir’de ikamet etmektedir. Duvar English’te de yazmaktadır.