YAZARLAR

Virüs beklesin, vurun Marksiste!

“Salgın sırasında hekimlere saldırılır mı?” Herkes pek yadırgadı, pek şaşırdı buna. Niye saldırılmasın? Ne olur yani saldırılınca? Diyelim Tabipler Birliği “Marksist yuvası” olarak yargılanmaya başlandı, terör örgütü kurma, üye olma, üye olmasa da yardım etme… falan diye hekimler tutuklanıyor, hapse atılıyor. Ne olur? Hastalar mı ölür? Kimin umurunda olur bu?

Tam da salgın zamanı Türk Tabipleri Birliği’ne saldırmanın anlamı üzerine konuşalım mı? Başımızı büyük derde sokmadan ele alabileceğimiz mevzu değil gerçi. Fakat bu rezillikten hayır da çıkabilir. Belki memleketin boğazına sarılmış, ruhunu paramparça etmeye, yaşama arzusunu ortadan kaldırmaya sıvanmış muktedir koalisyonuna haşin ve zalim karakterini kazandıran, muhtevasını, dokusunu, kokusunu temin eden “özsu” nedir, nihayet bilinir.

Tepemizdeki, kendini ister istemez baskıyla, şeditlikle koruyan, vicdansız, insafsız, bencil çıkar şebekesinden ibaret değil. Memleketi istediği kıvama getirebilmek için nüfusun bir bölümünün imhasını elzem görenlerin borusu ötüyor. İktidardan tarafa bakınca yalnız “dinci-gerici” AKePe görüp MHP’yi -ve arkasındakini- görmeme aymazlığının bir haddi olmalı. Kendi geçmişini ve hayat görüşünü ve her dönemdeki zihniyet ve tavrını ebediyen doğru bulma-gösterme ihtirası uğruna faşizme faşizm demekten imtina edip etiketi ille de yandaki kutuya yapıştırmaya uğraşanlarınki artık sadece yanlış düşünmek, isabetsiz teşhis yapmak falan değil. Burada düpedüz -bu tavır sahiplerinin başkaları için kullanmayı pek sevdiği tâbirle- bir tür ihanet var. Ya da belki sadece, insan hakkıyla, adaletle, eşitlikle filan ilgisizliğin itirafı var. Öbür ihtimal, MHP ve sözcüsü olduğu kuvvetin günün birinde saf değiştireceğinin umuluyor oluşu ki, bu sahiden varsa, coğrafyanın değil malzeme bozukluğunun kader olduğuna inanmalıyız.

MHP lideri “Tabipler Birliği denen Marksist yuvası”nı “temizlemek”ten bahseder. İnanın bunda hiç gariplik yok. Bu partinin ideolojisi ve pratiği zaten böyledir: Şurayı burayı birilerinden temizlemek. Temizlemek deyince de, basbayağı… işte.

“Salgın sırasında hekimlere saldırılır mı?” Herkes pek yadırgadı, pek şaşırdı buna. Niye saldırılmasın? Ne olur yani saldırılınca? Diyelim Tabipler Birliği “Marksist yuvası” olarak yargılanmaya başlandı, terör örgütü kurma, üye olma, üye olmasa da yardım etme… falan diye hekimler tutuklanıyor, hapse atılıyor. Ne olur? Hastalar mı ölür? Kimin umurunda olur bu? Ölenlerin yakınlarının dışında kim umursar? İktidar oy mu kaybeder? Şu anda barolarda muhalif avukat, tabip birliklerinde solcu hekim kalmamasını garantileyecek herhangi bir çözümü MHP gönül rahatlığıyla benimser, önerir, uygulanmasına katılır. Bedeli ne olabilir ki? Tekrar ediyorum, biliyorum. Daha çok insan mı ölür? Kaç kişi ölür? Şimdilik resmen günde bin yedi yüz civarında olan “yeni hasta” sayısı resmen üç bin, gerçekte on bin mi olur? Ölenler elli-altmıştan beş yüze mi çıkar? Ne olur bunun sonucunda? Şehirler kasabalar tankla topla insanların başına yıkılırken ne olduysa o. Kadıncağızın sokakta kalan cansız bedenini köpekler yemesin diye çocukları nöbet beklerken ne olduysa o. Başkentin ortayerinde yüz kişi bombayla paramparça edilince ne olduysa o. Hiç suç işlememiş insanlar tamamen keyfî kararlarla hapislerde çürütülürken ne olabilirse o. Seçim sonucunda, oy hakkıyla kazanılmış konumlar insanların ellerinden hileyle, zorla alınırken ne oluyorsa o. 1970’lerin birçok cinayet ve katliamlarında payı, rolü olanların bilfiil yeraldığı siyasî parti, güya demokrasi isteyen muhalefet tarafından hâlâ gönlü başkasına kaymış dost muamelesi görüyor ve dönüp gelebileceği havası yaratılıyorken ne olabilirse o. Haydi şunu da ekleyeyim: Hukuk, adalet adına elde ne varsa bir çırpıda yok ediliverirken ne olduysa, sahici adalet isteyen saf, enayi ve “artist” olarak görülürken ne olabilirse o.

“Ölürüz-umursamazlar” tezimin ilk dayanağı, evet, faşistlerle de sınırlı kalmayan faşistçe çözümlerin yerleşikliği, yadırganmayışı. Birileri -tabiî hep devletle ilgili ulvî amaçlar için- öldürüldüğünde memleketin ne kaybedeceği gibi bir bağlantı, bu öldürme işlerinin kararlarını verenlerin kitabında yeralmaz. Emin olmak isteyen, 12 Eylül öncesi denen cinayetler-katliamlar döneminde kurban edilenlere göz atsın. Onunla da tatmin olmayan, Uğur Mumcu’nun kimler tarafından niçin öldürüldüğü ve bu cinayetin neden doğru dürüst aydınlatılmadığı üzerine azıcık düşünsün bir zahmet. Hrant’tan sözetmiyorum.

Yani Tabipler Birliği’ne hücum edilir, bu yüzden sağlık hizmetinde doğacak boşluk, aksama, onun yolaçacağı can kaybı, sefalet, yok ederek mesele “halletme” geleneğinin temsilcileri tarafından umursanmaz. Bu bir.

'KARARLAŞTIRILMIŞ UMURSAMAZLIK'

İkinci olarak, bütün resmî söylemlerin aksine, ortada “kararlaştırılmış umursamazlık”ın bulunduğunu görmeliyiz. Başka deyişle: Gözden çıkarma.

Ülke yönetenlerin ilk hedefi, virüsün yayılmasını önlemek değil, ölüm istatistiğini düşük tutmak. 65 yaş üstüne yönelik -ilerisi için de korkunç sonuçları olabilecek- ayrımcı tedbirlerin, virüsün yayılmasını önlemekle uzaktan yakından ilgisi yok. Genel duruma sadece dolaylı etkileri olabilir. O da, sağlık sistemini meşgûl etmeme. Evet, bu da hesaba katılması gerekli etken. Ancak 65 yaş üstü, çalışmayan vatandaşların, genel olarak, sürekli yer değiştiren ve çok insanla temas eden kimseler olmadıkları, hastalık ve ölüm ihtimalleri konusunda şüphesiz gençlere göre daha duyarlı ve korunmacı oldukları, virüs kaptıklarında çabuk ve kötü etkileneceklerinden, taşıyıcı olarak kapasitelerinin çok sınırlı olduğu ortada. Zaten, ayrımcı, faşizan anlayışın egemen olmadığı bir dönemde ve yerde bu tedbirler bu şekilde ağza dahi alınamazdı.

Virüs konusunda ilgili herkesin üzerinde birleştiği olgulara göre, salgını yayma kapasitesi yüksek olanlar, virüsün kolay kolay yıkamayacağı, sağlıklı bünyelere sahip, haliyle daha genç insanlar. Hiç etkilenmedikleri hernekadar yanlış çıktıysa da, etkilenmeksizin virüs taşıma kapasiteleri çok yüksek olan çocuklar. Ayrıca, korunma hususunda daha rahat ve sorumsuz -şuursuz- davranması beklenecek olanlar da, haliyle, kaçınılmaz olarak, insanlık durumunun genel icaplarına göre gayet normal olarak, çocuklar ve gençler.

Bu kategorilere, bilimsel olmayan kendi kategorimi eklemeliyim: Kıçı rahat büyükşehir ahalisi. Araya şunu sıkıştırsam iyi olacak: Bu yazıyı yazmaya başlamadan birkaç saat önce, açıkta oturulabilen kafede bir arkadaşımla görüştüm. İki masa ötede, otuz beşinde falan görünen, şık gömlekli, yakışıklı bir adam oturuyordu. Buluşacağı kadın maskesiyle geldi, karşısına oturacakken adam, “Kurallara ne kadar bağlı bir insansın,” dedi gülümseyerek. Kendisi maskesizdi, masanın zorunlu kıldığı yetmiş santim kadar mesafede, maskesiz oturdu, konuştu kadınla. Maske takmayı “kurallara uyma” olarak görüyor, kendisiyle, karşısındakiyle somut, fiilî ilgisi olan bir konu saymıyordu belli ki. Bu şuursuzluk türünü büyükşehir iş hayatı mı yaratıyor, kim yaratıyor, emin olamıyorum; ancak bu konuda faşistlerin ve zalim muktedirlerin kabahati olmadığını kuvvetle hissediyorum.

Bu rahatlığı sağlayan şey galiba, çok sayıda insanla birlikte, aynı otobüsü, metro vagonunu, minibüsü, aynı mekânı paylaşma mecburiyetine tutsak olmama. “Onlardan” biri olmama duygusu. Çünkü orta sınıfın onayı olmaksızın hiçbir yönetici kastı işçileri gözden çıkaramazdı.

Evet. Yaşlılara prangalar takılıp ölüm istatistiği düşük tutuluyor, öbür tarafta, milyonla insanın toplu ulaşımla işe gitmesi, atelyede, fabrikada çalışması, yemekhaneye doluşmasından vazgeçilemiyor. Elbette kolay iş değil. Ancak “sorumsuz vatandaş”ın yarattığı tehlikeyle buradaki salgın potansiyeli karşılaştırıldığında… karşılaştırılamaz dahi!

Ankara Tabip Odası Başkanı Dr. Ali Karakoç, “Poliklinikler ve filyasyon ekiplerinden aldığımız bilgilere göre,” diye tweet attı, “korona pozitif tanısı konmuş hastalarımızın yüzde 60-70’i fabrika ve işyerlerinde çalışanlar ve kamu personeli.

“Yüzde 60-70’i” ifadesi hernekadar böyle bir durumda gerekli kesinliği sağlamıyorsa da, artık büyük resim mi diyeceğiz ne diyeceksek, o şeyi ortaya koyuyor. Şunu söylemekten imtina etmeyeceğim, izninizle: Üstelik, bu hakikat veriyle ortaya konmadan çok önce, tıp veya salgın hastalık konusunda cahil biri olarak benim bile şıp diye tahmin edebildiğim olgudan bahsediyoruz. Memleketimizde mantık vatandaşa küçük yaştan men edilmiş olmasaydı, “şu şöyleyse şu da şöyle olur” diyerek hepimiz bu sonuca varabilirdik. (Biz, mâlûm kuşak, yasadışı olarak mantık kullanmayı ’70'lerde öğrendik. Bizden öncekiler-sonrakiler ne yapıyor, bilemiyorum.)

Yönetenlerin aynı sonuca herkesten önce vardığını düşünüyorum. Devlet katında mantıktan yararlanılabilir. Bize yasak olan devlete yasak değildir. Varmışlardır bu sonuca. Ancak mesai saatlerini kaydırma aylar sonra akla geldiğine göre, bu alandaki kaybı -savaş tâbiriyle- “göze alınabilir zayiat” sayıyor olmalılar.

Virüsün esas olarak, yeterli hava akımının bulunmadığı, kapalı ortamlarda, çok sayıda insanın soluk vererek, konuşarak, özellikle yüksek sesle konuşarak, bağırarak, şarkı söyleyerek, hapşırarak ve öksürerek havaya saçtığı zerreciklerle yayıldığı (“aerosol etkisi”) görüşü sağlıkçılar arasında giderek ağırlık kazanıyor. Hattâ çoğu uzman, konuşurken saçılanların hapşırık ve öksürükle saçılanlardan daha tehlikeli olabileceğine dikkat çekiyor. Zira havadan ağır damlacıklar en fazla iki metrelik menzil içerisinde yere düşüyor ve, eğer yüzünüze doğru hapşırılmadıysa ya da özel olarak gidip elinizi önce bunların sıçradığı yere, sonra ağzınıza, burnunuza, gözünüze sürmezseniz, bunlar tehlikeli olmaktan kısa zamanda fiilen çıkıyor. Oysa havadan hafif zerrecikler, çok kişi konuştukça, soluk alıp verdikçe, mekânda ardarda sigara içilince biriken ve dağılmayan duman gibi yoğunluk oluşturabiliyorlar ve içerideki herkes bunu soluyor. Bu yüzden, kapalı mekân, çok kişi, hele maskesiz çok kişi en riskli ortamı oluşturuyor. Onlarca, yüzlerce işçinin birarada çalıştığı atelyeyi, fabrikayı gözümüzün önüne getirince, buralarda işlerin çok da özel tedbirler alınmaksızın sürdürülmesinin ne anlama geldiğini kolayca görebiliriz.

Tabiî ekonomiyi durdurmak kolay göze alınır şey değil. Ancak, biz böyle bir konuyu olması gereken insanî boyut açısından ele alacak tıynette değiliz ki! Devletin işyeri sahiplerine ve işçilere destek çıkarak doğacak krizi hafifletmesi pekâlâ mümkünken, Diriliş Ertuğrul modunda Libya’nın fethi veya İdlib’e yeni sevkiyatla meşgûl olunması, bizim için tabiî olan. Bilmemne köprüsü için şu müteahhide, bilmemne tesisi için bu müteahhide, oradan da kimbilir kimlere milyonlar aktarılması, normal bulduğumuz. Öbür türlü, mazallah!, sosyal devlete doğru bir yönelim, hattâ daha da mazallah, bir heves, hele hele, Allah göstermesin, bir talep ve, mazallah da yetmez öylesine!, insanın dili varmıyor söylemeye, bir sosyal dayanışma havası doğarsa, nic’olur İslâm’ın son ordusunun cihan hakimiyetine mecbur Türklük ile mukaddes ve ebedî koalisyonu!

Bu nedenle de, taşların yerine oturduğu bir harekettir, MHP liderinin Tabipler Birliği’ne “Marksist” diye saldırması.