YAZARLAR

Devletin sesi

Herkes aynı orkestra şefinin (reisinin) sopasına baktığını ve “aynı eseri” icra ettiğini iddia ediyor. Oysa kimi eline aldığı enstrümanı üflemekten aciz, kimi çaldığını duyabilmekten. Bazılarının elindeki gerçek bir enstrüman değil, bazıları elindeki aletten ses çıkartamıyor.

Son yılların meselesi değil, hatta kökleri iyice geriye, bu toprakların imparatorluklar bakiyesine kadar taşınabilir. Bu ülkede, bu coğrafyada, bu topraklarda, “devletin sesi” topluma göre hep daha gürültülü çıkıyor. Halkına biat ile sorumlu tebaa, itaatle mesul reaya, hiç güven duyulmayan tehlikeli kalabalık, en azından sözleşmesiz kiracı muamelesi yapabilen devlet geleneği bunu gerektiriyor. Çoğu bir yerlerden göçüp gelmiş nüfusunu bazen yerlisine veya bazen birbirine hasım yapıp, bunu çözme iddiasına dayalı “güvenlik” kaygısı hep canlı tutuluyor, hafiflemesine hiç izin verilmiyor. Hep düşmanlarla çevrili hep hainlerle dolu bu memleket. Epey kanlı kavgalarla muktedirlerden geri alınmış hakların sözleşmeleri buralarda pek yapılmadı. Olduysa da hep başka denklemlerin, uzaklarda bir yerlerde kurulan pazarlık masalarından çıktı.

Buralarda toplumla devlet masaya pek oturamadı. Rüştünü ispattan çok “devlet ebed müddet” fikrinin koruyuculuğuna inandırılmış bu halk, bu masada yeri olduğuna bir türlü ikna olamıyor. Kendi ezgisini, büyük bir çeşitlilik taşıyan ses zenginliğini duyulur hale getiremiyor. İhtişamı sadece televizyon dizileri ve hamasi nutuklara sıkıştırmış olsa da; en çaresiz, en zayıf, en takatsiz halinde bile devletin sesi her daim yüksek perdeden çıkıyor. Hadim devlet, hizmetkar devlet, küçülen devlet iddiaları; iş, iktidar bekasına dayandığında birden kesiliveriyor ve devletin itaat isteyen sesi höykürerek geri geliyor. Bazen kuvvetli bir ritim, bazen şamatacı bir taşkınlık eşliğinde.

Tepeden inmeci, zorla bu toplumu biçimlemeye çalışan, milletine yabancı bir devletten bahsederek iktidara gelenlerin, devletin niteliğiyle değil asıl olarak musluğun başında kimin oturduğuyla ilgili olduğunun anlaşılması çok uzun sürmedi. Son yılların hikayesi bunun en kaba örnekleriyle dolu. Türk tipi başkanlık sistemi olduğu iddiasındaki sistem değişikliğinin hedef sloganı, “güçlü Türkiye” olmuştu. Bu sloganda “Türkiye”nin, ideolojik sahte bir kabukla kaplı iktidar istikrarından ibaret olduğu apaçık görüldü. Bu istikrardan fayda, kolay pazarlık imkanı veya güvence sağladığına inananlar yeterince azalmadığı için, zayıflayan denge –belki de biraz bu zayıflık sayesinde- devam ediyor.

Medyasından yargısına, sivil toplumundan bürokrasisine kadar her alandan, “devlete” bağlılık bildirmeleri, şikayeti kesmeleri, minnetlerini sunmaları bekleniyor. Bu isteğin gereğini yapanlar bunu en yakışıksız biçimde gösterirken, biraz itiraz edecek olanlara ölçüsüz biçimde saldırılıyor. Kuvvetler ayrılığı veya basit usûl kurallarına hiç uymayacak en sakil görüntüler göze sokuluyor. Bağımsızlığın veya özgürlüğün zaaf, sadakat eksiğinin yadırgatıcı olduğu anlatılıyor. Ekonomiden şikayetçi olan nankör, salgın endişesini dile getiren hain olarak damgalanıyor. Devlet ile hükümet kaba biçimde eşitlenirken, aynılaşmaya zorlanırken; devletten çıkan ses daha kakofonik bir hal alıyor.

Başkanlık sisteminin faziletleri anlatılırken, hızlı karar alma ve devlette ahenk yaratma iddiası çok dile getirilmişti. Son derece kişiselleştirilmiş merkeziyetçiliğin bu yeni versiyonu, devletin sesini iki dudak arasına hapsetti. Etti etmesine ama ahenk, verilen talimatla, şefin eline aldığı sopayı sallamasıyla olmuyor neticede. Bazen çıkmaması gereken yerden gelen sesle, bazen ayrı havaların birbirine karışmasıyla, bazen de nerden geldiği anlaşılmayan bir gürültüyle bozuluyor. Bugün her ağızlarını açışta Cumhurbaşkanı müsaadesi ve talimatlarıyla konuştuklarının altını çizenlerden gelen sesler iyice acayipleşti.

Sağlık Bakanı, “devlet” olarak konuştuğunda imece çağrısı yapan kooperatif başkanı gibi ses veriyor: “Hadi gayret, gücümüz tedbirde, birlikte yaparız”. Sonra ekonomi bakanından gelen sese kulak veriyoruz: Hangi yöreye ait olduğu belirsiz bir şiveyle birileriyle ama asıl olarak yaşananla alay ediyor. Artık varlığından söz edilemeyecek parti sözcülerinden gelen sesleri anlamaya çalışmanın bir faydası yok, çünkü galiba en anlaşılmaz sesi bulmaya çalışıyorlar. Kendi çıkarabildiği sese hayranlığını ifade eden bir başkası birden soloya başlıyor. Bir tarafta Diyanet İşleri Başkanı, diğer tarafta Bahçeli’den Perinçek’e uzanan vokalistler, hepsi aynı koroda ama şarkıyı hepsi başka türlü söylüyor. Hangisi “devletin sesi”.

Herkes aynı orkestra şefinin (reisinin) sopasına baktığını ve “aynı eseri” icra ettiğini iddia ediyor. Oysa kimi eline aldığı enstrümanı üflemekten aciz, kimi çaldığını duyabilmekten. Bazılarının elindeki gerçek bir enstrüman değil, bazıları elindeki aletten ses çıkartamıyor. Çok yüksek bir gürültü çıktığı kesin ama bu gürültüden ürkenler de bu sese kulakları alışmış olanlar da tamamen kaybolmuş ahengi çok önemli görmüyor anlaşılan. Zira tek kaynaktan gelen gürültü devam ediyor. Çıkan sesleri ayrı ayrı duymaya çalışınca ise ağırlığı tartışmalı yan figürlere fazla dikkat çekilir oluyor, meselenin zemini yine kayıveriyor.

Devletin ciddiyetinin kaybolması, liyakatsiz ellerde kalmasından bahsediliyor. Memlekete (halka) yapılan yerine devlete yapılanla daha ilgili olan muhalefet odakları ileri atılıyor: “Devleti ne hale getirdiniz”. Oysa bugün ortaya çıkan karmaşa, sadece iktidarı oluşturanların kapasitelerini göstermiyor, daha önce “ahenkli” zannedilen devlet sesinin nasıl oluştuğunu da açığa çıkartıyor. (Belki asıl fırsat da burada) Sadece bando ritmindeki daha kurallı gürültü, tuhaf bir oyun havasına döndüğü için daha şaşırtıcı oluyor. Kendi çok sesli melodisini çıkartamayan bir toplum, senelerce bu gürültüyü kendi sesi sandı. Şimdi de arada bir kulağına çalınan otantik tınılardan tanıdıklık çıkartıyor olabilir.

Meselenin özü, hangi sese kulak verileceği, hangi sesin daha çok duyulmasına yol verileceği aslında. Devletin çıkarttığı sesi akort etme iddiasının baget verilmesi için yeterli görülmemesi de bu yüzden. Çünkü bu memlekette –asılında her yerde- “devlet”, toplumundan geleni seslendirmiyor, tam tersine onun kulağına ve diline sert bir ritim yerleştirmeye çalışıyor. Herkesin kulağı da onun çıkarttığı sesten bir türlü kopamıyor. Bazen o sesin ahengiyle “kavalı takip eden sürü” yaratılıyor, bazen korkutucu gürültü uygun adım yürünmesini sağlıyor. Çok sık tekrarlandığı gibi “halka kulak vermekten” önce onun ses vermesini ve o sesin devletin sesiyle bastırılamamasının yolunu bulmak gerekiyor.


Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).