Kapkara geçmişler, tertemiz evler: Masumlar Apartmanı
Evin temiz olması, misler gibi kokması iyidir. Geçmişimizle, kendimizle barışmamız, sorunların kaynağını daima pis, düşman “dış”ta değil, “iç”te aramak daha iyidir. Makul temizlik düzeyinde ama biraz olsun huzurlu bir ev, karanlığı çamaşır suyuyla aklamaya çalışan tertemiz bir cehennemden iyidir.
Evin temizliği toplumumuzda en çok övünülen şeylerden biridir. Ekonomik imkânlarla da pek ilgisi yoktur üstelik. Hatta gelir düzeyi düştükçe evin misler gibi görünmesine gösterilen özenin arttığı bile söylenebilir. Evdeki kadınların emeği, en yaygın görünmez emek ne de olsa. Perdeleri pis, camları kirli kadına kadın mı denir? Dünya yıkılsa o ev haftada üç beş kez süpürülüp silinecek, kol kırılsa yen içinde kalacak, dışarıya asla kötü görünülmeyecektir. Evine temizlikçi alabilen kadınların temizlik gününden önce bir “ön temizlik” yapması alışkanlığı kaç ülkede vardır, bilmiyorum. Keşke bu gelene saygıyla ilgili bir şey olsaydı, değil. Altında ayıplanma korkusu yatıyor. Pek de iyi davranılmayan, çalışma saatlerinde tepelerinden göz indirilmeyen temizlikçilerin “bile” evi lüzumundan pis görmeleri istenmez. Temizlik meselesinden sorumlu bakan tamamen evin kadını tabii, evdeki erkeklerin de yaşadıkları yerden sorumlu oldukları pek akla gelmez. Ev kadınından çift işte çalışanına, kadının toplum üzerinden kendine yönelttiği bu yargılayıcı göz pek değişmediğinden, hayatın yükü ne olursa olsun o ev temiz değil, tertemiz olmalıdır.
Bizde temizlik takıntısı bir tür sorun olarak da algılanmıyor. “Hastalık derecesinde titiz” olmakla gülerek övünen pek çok kadın tanıdım. Temizlik kültürel olarak da övündüğümüz bir şey. “Pis Batılılar” evde ayakkabılarıyla gezer, temizliğe gereken zamanı ayırmaz, taharet muslukları yoktur. (Musluk konusunu ayırmak isterim aslında, gerçekten biraz fena o.) Tüm bunlar onların ahlaki düzeyine dair de bir gösterge sayılır aynı zamanda. Koronanın patlak verdiği ilk günlerde Batılılardan temiz olduğumuz için salgına yakalanma riskimizin düşük olduğu da konuşulanlar arasındaydı. İç-dış ayrımından başlayan toplumsal ikiyüzlülüğümüz, mesafe kurma problemimiz, biçime içerikten fazla önem vermemiz, o maskelerin çenede tutulacağı, burun buruna konuşmaktan asla vazgeçilmeyeceği pek hesaba katılmamıştı belli ki.
Evlerin çoğunlukla temiz, misler gibi olmasında kötü bir yan yok. Makul ölçülerde temizlik elbette hoş bir şey. Sorun, bu pıspırıllığın ardındaki inanılmaz kadın emeğinin göz ardı edilmesi. Ve bu kusursuz temizliğin dört duvar arasında dönen türlü şiddet, dehşetle, ortalama kadının inanılmaz mutsuzluğunu hem perdeleme hem de telafi mekanizması işlevi görmesi. İçeride ne dönerse dönsün dışarıya mutlaka “iyi”, temiz, tertemiz görünmenin ardındaki sessiz çığlıklar. Batı ülkelerinin o kadar da temiz görünmeyen evlerinde kapı ardında yaşanan şiddetin bizimkine oranla düşük oluşu da pek hesaba katılmıyor. Örtbas mekanizması her alanda olduğu gibi burada da tıkır tıkır işliyor; pislik ortada görünmüyorsa, sorun yok.
“Hastalık derecesinde” titizliğin bu denli yaygın oluşunda ergenlikten itibaren kadına cinsellikle bağdaştırılarak empoze edilen “pislenmişlik/kirlenmişlik” duygusunun da etkisi var mutlaka. Kendi bedenlerine yabancılaştırılırken “ev” de dışarıdan gelen bir toz zerresinin bile konmaması gereken bir mahrem mekân olarak benimsetiliyor kadınlara. Bu anlamda ev de bedene ve “namus”a dâhil.
Bu aralar üstüne çok yazıldı çizildi. Kadını dört duvar arasına kapatma çabasının önemli bir ayağı, dışarının pis, tehlikeli, karanlık, korkunç bir yer olduğu vurgusu. Halbuki riskin büyüğü, evde aslında. Maurice Daumas, mizojiniyi duygusal ilişkiler alanında ele aldığı “Kadın Düşmanlığı” adlı kitabında, bir kadının bir yabancıya kıyasla tanıdığı bir erkek tarafından öldürülme, taciz, tecavüz, şiddet riskinin daha yüksek olduğunu vurgularken koruyucu/kollayıcı romantik bağların bu gerçeği maskelediğinin de altını çiziyor.
Temizlik takıntısı, kadınlara yüklenen yetersizlik, suçluluk duygularıyla başa çıkmanın bir yolu olarak da iş görüyor. Çocukluğunda şiddet görmüş, evliliğinde de görmeye devam eden pek çok kadın, bitmek bilmez ovma, parlatma, silme, toz alma, yıkama uğraşı içinde hem hayatın hırsını eşyadan çıkarıyor hem de içine işlenmiş suçluluk duygusuyla boğuşuyor. Temizlenip kapalı tutulan salonlar, vitrinden çıkmayan porselenler gerçek hayatta asla ulaşılamayan bir kusursuzluk idealinin evdeki ikonları oluyor.
Temizlik takıntısı dışında da OKB (obsesif kompulsif bozukluk) toplumumuzda çok yaygın, hem kadınlar hem de erkekler arasında. Detaylarını anlatmayı psikiyatristlere, psikologlara bırakalım. Eldeki bilgilerle bu yaygınlığın bastırılmış cinsellik ve yaygın şiddetle bir ilgisinin olduğunu düşünmek çok mümkün.
Dışa iyi görünmeyi çok önemseyen bu derece arızalı bir toplumken, bu türden psikolojik sorunlar dizilerimizde çok da yer bulmazdı. Son dönemin iki dizisinde işte bunlar işleniyor. TRT 1’de yayınlanan “Masumlar Apartmanı” ve TV 8’deki “Kırmızı Oda”. Her iki dizinin arkasında da psikiyatrist Gülseren Budayıcıoğlu ve OGM Pictures var. İki dizi de “gerçek hikâye”lerden yola çıkmakla kalmıyor, bunu önemli bir tanıtım cümlesi olarak her yerde vurguluyor.
Budayıcıoğlu’nun kitaplarıyla da gündeme gelen bu gerçek terapi hikâyelerini kurmaca metinlere dönüştürme meselesi çok tartışıldı. Özellikle psikiyatrist/danışan ilişkisi temelinde ilerleyen “Kırmızı Oda” bağlamında. Şahsi olarak, izin alınsın alınmasın terapi odası mahremiyetinde ortaya dökülen gerçek hikâyelerin milyonlara sunulması fikri çok hoşuma gitmiyor. Öte yandan kurmaca her eser gibi senaristten yönetmene, oyuncuya ciddi bir emek ve dönüştürme söz konusu. İşin etik kısmı ayrı ve uzun bir tartışma konusu.
“Kırmızı Oda” da çok sevdiğim Binnur Kaya’nın canlandırdığı, tüm duyguları yüzünden okunan, iç sesiyle hastasını yargılayan, hastaya dokunan, sarılan, azarlayan, bir psikiyatristten çok “ana” figürünü andıran psikiyatrist karakteri de çok tartışılıyor.
Kendi türünde, sorunlarına rağmen iki diziyi de beğendim, son tahlilde gerçek hikayelerden “ekmek devşirme”nin de (yanlış anlatılmış) taciz, tecavüz, şiddetten devşirmekten kötü olmadığı kanaatindeyim. Bizde hâlâ “cıs” sayılan, şüpheyle yaklaşılan psikiyatri, psikoterapi alanlarına bir tür ilgi uyandırmalarının fena bir şey olmadığını düşünüyorum. Bunun dışındaki fikirlerimi ve gördüğüm sakıncaları “Kırmızı Oda” özelinde ayrıca yazacağım.
Farah Zeynep Abdullah ve Birkan Sokullu’nun (uzun süredir rastlanmadığı kadar tatlış bir “hadi aşk yaşasınlar da izleyelim” çifti) başrollerini paylaştığı “Masumlar Apartmanı”nı ise özellikle ilk bölümü itibarıyla daha çok sevdim. Ortada gürül gürül bir aşk olmadan hiçbir dizinin 2,5 saat izlenmeyeceği bilgisi cepteyse de, dizinin esas kahramanı, aşırı temizlik takıntılı Safiye’ye muhteşem bir inandırıcılıkta can veren Ezgi Mola. Dizide temizlik takıntısının yanı sıra istifçilik, dışarının “pis, düşman” sayılması olgusu ve bunun ardında yatan psikolojik nedenler de iyi işleniyor. Her bir ıspanak yaprağını sabunla üç kez ovalarken evdeki üç kardeşine kök söktüren Safiye’nin arkasında aşırı suçlayıcı, baskıcı, sevgisiz bir anne hikâyesi var. Safiye kardeşlerine hem ablalık hem annelik ederken kimse tarafından sevilmemiş, asla kendisi olamamış. Hâlâ yıllar önce kaybettiği annesinin giysilerini giymesi diziyi arada Hitchcock gerilimine yaklaştırıyor.
İki dilekle birlikte izlemenizi öneririm: Evle yeterince ilgilenmeyen, beklendiği zamanda, karısının doğum gününde bile orada olmayan, artık yatağa mahkum olduğu yaşlılık döneminde bile “kaç, kurtul bu evden” diye oğlunu kayırırken kızlarına yeterli sevgiyi hiçbir zaman gösterememiş baba karakterinin arızadaki devasa payının daha iyi serimleneceğini umuyorum. Evdeki cehennemin yükünü ‘cadı kadın’lara yıkıp erkekleri aklamakla yetinirse izleyicinin bilinçaltını okşayarak tıkır tıkır ilerleyen dizilerden pek bir farkı kalmaz. Bir de tabii ilk bölümlerde aşırı tesadüfüyle peri masalıyla yine de hayli yenilir yutulur haldeki özlenen gerçeklik/inandırıcılık duygusunun sürebilmesini dilerim.
Evin temiz olması, misler gibi kokması iyidir. Geçmişimizle, kendimizle barışmamız, sorunların kaynağını daima pis, düşman “dış”ta değil, “iç”te aramak daha iyidir. Makul temizlik düzeyinde ama biraz olsun huzurlu bir ev, karanlığı çamaşır suyuyla aklamaya çalışan tertemiz bir cehennemden iyidir.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI