Biraz fazla mı kişisel!
Armando Iannucci’nin Charles Dickens’ın eserinden uyarladığı David Copperfield'ın Çok Kişisel Hikayesi”, belki bir nebze olsun kendinizi iyi hissetmek için, belki biraz da sinema solanlarına yeniden ayağınızı alıştırmak için seçenek olabilir. Ama iyi bir film seçeneği olmadığı kesin…
Politik taşlamalarıyla da tanıdığımız ("The Thick of It", "Veep", "Stalin'in Ölümü") Armando Iannucci, biraz gecikmeli de olsa sinemalarımıza uğrayan bir roman yorumuyla karşımızda bu sefer: “David Copperfield'ın Çok Kişisel Hikayesi”. Yalnızca Charles Dickens’ın değil dünyanın da meşhur romanlarından birisi olan 'David Copperfield', sinemayla tuhaf ilişkisi olan kitaplardan. Hikayeleri, karakterleri sinema için biçilmiş kaftan gibi durur ama defalarca beyazperdeye aktarılmalarına rağmen bir türlü beklenen etkiyi yaratamazlar. Belki de bu yüzden yeniden ve yeniden izleriz bu hikayeleri perdede.
David Copperfield’in hikayesi de çokça acıklı olmakla birlikte evrensel bir tema barındırır bünyesinde. Roman 1800’lü yılların ortalarında, yoksulluğun dört bir yanı sardığı İngiltere’de büyümek zorunda kalan David’in inişli çıkışlı hikayesini anlatır. Yetim büyümek zorunda kalan David’i, annesi Clara ve hizmetlileri Peggotty büyütür. Ancak anne bir süre sonra yalnızlığa dayanamaz ve evlenir. Kötü kalpli üvey baba ile kız kardeşinin zulmüne uğrayan küçük David, önce özel bir okula, sonra da fabrikaya çalışmaya gönderilir. Derken annesini de kaybedip öksüz kalır. Varlıklı halası Betsey Trotwood’ın yanına sığınır. Bu mutlu dönemi çok sürmez. Çünkü Betsey kötü kalpli biri tarafından dolandırılır. Yine yoksulluk günleri başlar David için. Yanlış bir evlilik yapar. Hayatının aşkının uzun yıllardır yanı başında duran Agnes olduğunu anlaması çok zaman alır. Bir de tabii bütün hikaye boyunca gördüğümüz iyi karakterler, kibirli, içten pazarlıklı ve insanların paralarına çöken kötü kalpli Uriah Heep’a karşı birleşir ve intikamlarını alırlar. Temel olarak bir “Ömer Seyfettin draması” tadındaki bu kitabı önemli kılan şey, yazıldığı dönemin toplumsal ilişkilerini anlatmadaki maharetidir. Victorya dönemi İngiltere’sinde yaşanan hızlı sanayileşmenin yarattığı çarpıklıkları, yoksulluk ve zenginliğin arasındaki büyük uçurumu, soyluların çözülmesini ve hızla büyüyen Londra’da yaşanan kaosu başarıyla aktarır okuruna roman.
Peki, Armando Iannucci’nin yorumunun kitaba yeni bir katman eklediğini, daha ileri bir noktaya taşıdığını söylemek mümkün mü? Ne yazık ki, hayır. Iannucci’i bazı karakterleri siyah ve sarı ırktan olarak kurgularsa yeni bir boyut katacağını düşünmüş belli ki ama katmıyor. Çünkü bu karakterler ten renkleri dışında bir temsil kazanamıyorlar, dolayısıyla onların varlığının kattığı yeni bir şeyden bahsetmek mümkün olmuyor. Kitapta keskin bir biçimde gösterilen sınıf uçurumunun da yeterince vurgulandığını söylemek güç. Hatta yönetmenin bu durumu vurgulamaktan ısrarla kaçındığını, David’in fabrikada çocuk işçi olarak çalıştığı bölümde olduğu gibi bu ‘sömürü’ halini filmin mizah malzemelerinden birisi haline getirdiğini söyleyebiliriz.
Söz mizahtan açılmışken, yönetmenin güçlü mizahından bu filme yeterince pay düşmediği gerçeğini de atlamayalım. Filmin iki kötü adamının (üvey baba ve Uriah) durumları üzerine inşa edilmiş bu ucuz komediyi bir tık yukarı taşıyan tek şey, Hugh Laurie tarafından canlandırılan Mr. Dick ve Tilta Swinton’un hayat verdiği Betsey halanın olduğu bazı sahneler.
Öte yandan filmin görsel olarak da tatmin edici olmaktan uzak olduğunu eklemeden geçmeyelim. Abartılı kötülük ile sınırsız iyilik arasında gidip gelen karakterlerin haliyle bir türlü tutarlılık yaratamadığı; David’in çocukluk bölümünün Yeşilçam’dan bir Sezercik filmi tadı/estetiği hissettirdiği sahnelerin bolca olduğu bir yapım karşımızdaki.
“David Copperfield'ın Çok Kişisel Hikayesi”, belki bir nebze olsun kendinizi iyi hissetmek için, belki biraz da sinema solanlarına yeniden ayağınızı alıştırmak için seçenek olabilir. Ama iyi bir film seçeneği olmadığı kesin…