YAZARLAR

Burası Şangay, burası Çin!

"The Eight Hundred", İmax kameralarının da verdiği büyük katkıyla, başarılı bir yönetmenlik, zengin bir alt metin, üst düzey oyunculuklar ve gerçekten etkileyici bir görsel güç taşıyan sağlam bir tarihsel savaş filmi… Ve savaşı 'ballandırmaması' ama bütün gerçekçiliğiyle yansıtması açısından da takdiri hak ediyor. 'Taraflı' bir gerçeklik olsa da…

"The Eight Hundred", İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, 1937 yılında başlayıp yaklaşık 8 sene süren, Çin ve Japonya arasındaki tarihi savaşın bir kesitine eğilip, bu süreci adeta simgeleştiren bir olaya odaklanıyor. Film, İkinci Dünya Savaşı'nın 'Pasifik cephesi' olarak da adlandırılan bu çarpışmaya, Şangay’daki devasa bir depoyu savunan Çin ordusu ile burayı ele geçirip Çinlilerin direncini tamamen kırmayı hedefleyen Japon ordusunun mücadelesi ekseninde bakarak beyazperdeye yansıtıyor.

İster istemez 'taraflı' olacak bu film, vizyona girene kadar çok sancılı bir süreç geçirmiş: Hazırlık ve çekim sürecinin yaklaşık 10 yıl sürmesi bir yana, 2019 yılında bitirilen film, birkaç sansür sürecinden geçip göreceli olarak yakın bir tarihte dünya çapında gösterime girebilmiş.

Ancak film, genelde tarihsel savaş filmlerinin girdiği 'taraflı' tutumu bazı Hollywood usulü 'hinliklerle' hafifletmeden, savaşın daha direkt, çıplak ve acımasız yanını ön plana çıkarıp, yapısını daha çok bu 'cehennemvari' durumla şehrin birkaç yüz metre ötesinde, bir nehirle ayrılan 'kurtarılmış bölgesi' ('İmtiyazlı bölge'/Quartiers de Concession Occidental) arasındaki tezatlık üzerine inşa ediyor. Bu yapı, hem filmin hamaset edebiyatı sunma riski taşıyan havasını törpülüyor hem de olayın içine daha iyi ve daha 'sağlıklı' girmemizi sağlıyor.

1937 yılında Çin ve Japonya arasında savaş patlak vermiş ve bütün gaddarlığıyla devam etmektedir. Sayıca ve lojistik açıdan Japonya’dan çok geride olan Çin ordusu, işgal edilen Şangay’ın Shiang adındaki bir deposunda çok sert bir direniş örneği vermektedir. Savaşın en alevli bu bölgesinin çok yakınında, Avrupalı emperyalist ülkelerin himayesinde ve güdümünde olan bir 'kurtarılmış bölge' vardır ve buradaki hayat neredeyse normal bir seyirdeymiş gibi devam etmektedir. Ancak giderek daha şiddetli ve kanlı hale gelen savaşa bu bölge de bir süre sonra 'duyarsız' kalmayacaktır.

SAVAŞ DEĞİL, KIYIM…

Savaşın tam ortasında başlayan, açık bir alanda gerçekleşen filmin açılış bölümü bizi bir kez daha savaşın zalim, insanlık dışı, duygusuz ve soğuk yüzüyle karşı karşıya getiriyor. Bir savaştan ziyade neredeyse bir 'kıyımı' anımsatan bu sekans, çok sert bir şekilde aktarılıyor. Gece karanlığında, tam anlamıyla harabeye dönmüş bir şehirde, Çin ordusunun (bu arada savaşta tanıtılan askerlerin Mao Zedong’un ordusundan değil Çin Milliyetçi Partisi'nden olduğunu belirtelim) gönüllüleri Japon ordusundan çok sert bir darbe yiyor ve dağılıyor. Daha bu ilk sahneden filmin bazı önemli karakterlerini tanımaya başlıyoruz ancak onların kahramanvari değil vicdani yönleri hakkında ipuçları elde ediyoruz.

Aslında 'mecburen' bu savaşa katılan karakterler, film boyunca hem ahlaken hem de duygusal olarak, ordudaki çok sert emir-komuta zincirine alışmakta zorlanıyorlar ve böyle bir süreçte 'bağışlama', 'silah almayı reddetme' (yani bir tür 'vicdani retçilik') ve 'ölçülü davranma' gibi savaşta çok yanlış hatta haince sayılabilecek davranışlarda bulunabiliyorlar. Ancak bu davranışlar, çoğu zaman karakterler arasındaki fikir ve tutum ayrılıklarını gösteren konuşmalarla, inceden ve derinden veriliyor. Depodaki 'savunmanın' en alevlenmiş sekansında, kaçak askerlere infaz emri veren bir komutana karşı itiraz, belki de filmin en 'göze çarpan', vicdani açıdan en anlamlı, savaş karşıtı sahnesi oluyor. Buna rağmen karşımızda olan tabii ki bir 'savaş', daha doğrusu kahramanca bir 'direniş' öyküsü…

ONLAR DÜŞMAN AMA…

Özellikle Hollywood'da çekilen savaş filmlerinde, karşı taraftan bahsederken sık sık gözümüze çarpan bir 'ama…' tutumu vardır: Örneğin Spielberg’in bize sunmuş olduğu "Saving Private Ryan" gibi filmler, ister istemez taraflı olmamızı sağlar, (bu arada "American Sniper" veya "Zero Dark Thirty" gibi yapımların 'taraflı' film sınıfını geçip neredeyse 'propaganda filmi' sınıfına ulaştığını ekleyeyim) seyirciler filmin baş karakterleriyle empati kurarlar ve doğal olarak Amerikalı asker grubunun kazanmasını isterler. Düşman, Alman Nazi askerleri ise genelde saf düşman olarak gösterilir, neredeyse hiçbirini şahsen tanımayız ve tabii ki düşmanlar finalde layığını bulurlar. Ancak bütün bu şaşmaz senaryo şablonları dışında, yönetmen eğer deneyimliyse seyirciyi ters köşeye itmeyecek ancak düşmanları da tamamen 'karton karakterlere' dönüştürmeyecek sahneler ekler. Örneğin "Saving Private Ryan" filminde bir Alman asker esir alınır, kendini aslında zorunlu olarak bu yola girmiş biri gibi tanıtır ve sonuç olarak öldürülmez, serbest bırakılır. Sonrasında ise aslında 'sapına kadar' bir asker olduğu anlaşılır. Ama yönetmenin attığı bu 'onlar da düşman ama…' oltası seyircinin aklında yer bulur. Ve seyirci en azından finale kadar, yönetmenin az da olsa diğer tarafın bakış açısından da olaya bakmaya çalıştığı izlenimine kapılır. Bir diğer örnekte yönetmen Ridley Scott "Black Hawk Down" ile yine bir Amerikan taarruzu 'güzellemesi' sunar, ancak filmin bir sekansında yine karşı taraftan bir lider (filmde Somalililer) bu savaşı niye yürüttüğünü açıklamaya çalışır. Filmin tartışılmaz kahramanları Amerikan askerleridir ancak yine 'karşı taraf düşman ama…' tutumu kendini hissettirir.

"The Eight Hundred" filminde ise bu tutum, en azından diğer örneklerde olduğu kadar gözümüze çarpmıyor. Hem filmdeki ana karakterlerin bolluğu, hem de filmin hiçbirinin iç dünyasına tamamen dalmamıza izin vermemesi, olaya daha dengeli, ölçülü ve mesafeli bakmamızı sağlıyor.

KARŞI TARAFTA HAYAT BAŞKADIR!

Filmin kilit noktalarından ve benzerleri arasından net bir şekilde sıyrılmasını sağlayan yönlerinden birini ise, savaşın geçtiği şehrin karşı tarafı olarak tasvir edilen 'tarafsız bölge' oluşturuyor. Diğer savaş hikayesiyle paralel bir şekilde gösterilen 'bu taraf', sanki başka bir bölge veya şehir gibi değil, adeta başka bir dünya gibi bir hava taşıyor. Ülkenin şiddetli ve alev alev halinden tamamen kopmuş olan bu bölgede sadece normal değil neredeyse lüks bir hayat sürülüyor. Karşı tarafta askerler canları için savaşırken, burada konserler ve sahne şovları akmaya, lüks kafeler ve kaliteli oteller tam hızla hizmet vermeye devam ediyor. Bir kesim Çinli ama asıl olarak burayı gizliden yöneten Amerika ve Avrupalı emperyalist ülkelerin vatandaşı olan kişiler, ara sıra karşı tarafa ufak destek mesajları verseler de, genelde savaşı bir gösteri izler gibi donuk, duygusuz ve umursamaz bir tavırla izliyor. Özellikle filmin ikinci yarısında savaş bölgesinin ortasına konuşlanan dev Amerikan zeplini bu tavrın adeta zirvesini oluşturuyor. Gazetecilerinden resmi yetkililerine kadar 'izleyen ama müdahale etmeyen' bu güçler, günümüzdeki siyasi konjonktürde de karşılıklarını buluyorlar.

ÇOK ETKİLEYİCİ SAVAŞ SAHNELERİ

Bu tür filmlerin ‘kalbi’, muhtemelen savaş sekanslarının başarı derecesinde de yatar. Bu başarı derecesi bazen yönetmenin ele alış tarzına ama çoğunlukla da bütçeye bağlı olarak değişir. ‘The Eight Hundred’ ın savaş sahnelerinin tam bir başarı olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bu başarıda tabii ki filmin rahat bütçesi (80 milyon Dolar) de etkili ancak adeta eski çağlarda geçen bir ‘kale kuşatmasını’ andıran ‘depo savunması’ gerçekten heyecanlı, bir an bile gözümüzü kırpmadığımız, savaşın bütün şiddetini ve korkunçluğunu hissettiren çok etkileyici sahneler barındırıyor. Aynı şekilde filmin finalinde adeta ‘cehennem meleklerini’ andıran Japon savaş uçaklarının saldırısı sekansının da çarpıcılığıyla filmin biraz ‘romantiğe kaçan’ finalinin açıklarını örttüğünü söyleyelim. Bütün bunların yanında bilindiği üzere Uzakdoğu savaş kültüründe (kökü muhtemelen Samuraylara dayanan) bir ‘kendini feda etme’ felsefesi vardır ve bu, bazen bu filmde olduğu gibi kahramanca davranmak için değil ‘mağlubiyeti gururuna yedirememekten’ kaynaklanır. Bu açıdan da filmin biraz ‘farklı’ olduğunu söyleyebiliriz. Az ama ‘öz’ gördüğümüz beyaz at ise filme, yine ucu Samuraylara dayanan sembolik bir boyut katıyor.

Sonuç olarak "The Eight Hundred", İmax kameralarının da verdiği büyük katkıyla, başarılı bir yönetmenlik, zengin bir alt metin, üst düzey oyunculuklar ve gerçekten etkileyici bir görsel güç taşıyan sağlam bir tarihsel savaş filmi… Ve savaşı 'ballandırmaması' ama bütün gerçekçiliğiyle yansıtması açısından da takdiri hak ediyor. 'Taraflı' bir gerçeklik olsa da…


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .