Çağın parolası: 'Her şey çok belirsiz'
Usançla, kaygıyla, bazen de bunlara eşlik eden ürkütücü bir kayıtsızlıkla yarının görünmediğinden yakınıyor çok kişi. Kaynağı muhtelif, sınırları muğlak, ağrısı derin. Belirsizlikten konuşmaya nereden başlanır; bu zamanlara mahsus olan yanı ne? Tekstil işçisi Serap onu boğan yığının içinden sesleniyor. Sonra mihmandarımız yazar, çevirmen, dilbilimci Necmiye Alpay...
Sis çökmüş. Uzak ile yakını birbirine bulayan kirli beyaz bir duvar. Birden durduğumuzu hatırladığımız yerden emin olamıyoruz, varsaydığımız yönler kesinliğini yitirmiş. Bildiğimiz manzaranın sonu. Cisimlerin köşelerini yuttuğu gibi, evrenin her nevi sesini de midesinden çıkaran bu irkiltici boşlukta bir başımıza kaldığımızı sanıyoruz, aslında kalabalığız. Üzerine zimmetlenmiş bir taş ve ne sahiplenebileceği, ne de isyana gücü yeten bir kader ile kalakalmış Sisifoslar... Kollar ara ara iki yana uyurgezer gibi açılıyor, katı olan bir şey arıyor dokunmak için. Çarpışıyoruz bazen, önümüzdekinin topuklarına basıyoruz.
Bu zamanların parolasını söyler gibi “Her şey çok belirsiz” diyor herkes birbirine. Doların 10 lira, iş yeri girişinde artık işsiz olduğunuzu öğrenebileceğiniz bir sabah. Maske izlerinin yüzünüzde erken kırışıklıklarla karışacağı, cumhurbaşkanına hakaretten tutuklanmadığınız, çalışırken ve yolda ölmemeyi dileyeceğiniz bir gündü. Birden mesela kentsel dönüşüm kararı çıkabilecek kiralık evinizde, misal yan komşu bir sebepten köpeğinizi ya da sizi vurmazdan evvel sofraya oturup, tabağın dibine çöken pestisite dalacaktınız. Gelecek, ancak pestisit kadar gösterecekti kendini. Gittikçe “acayipleşen havalar” çığırından çıkmadan ve robotlar dünyayı ele geçirmeden, yeni virüslerden, eski virüslerden, başkanlık sisteminden, her şeyden kaçıp taşınacağınız, yakınına taş ocağı, HES, RES, nükleer santral yapılmayacak bir emeklilik köyü arayacaktınız Google Haritalar'da. Fay hatlarından uzakta.
Usançla, kaygıyla, bazen de bunlara eşlik eden ürkütücü bir kayıtsızlıkla yarının görünmediğinden yakınıyor çok kişi. Her şeyin dışımızda geliştiğine ve değiştirmenin mümkün olmadığına dair inancın verdiği acz duygusu bugünü de istila etmiş. Dün ise ancak biraz daha güvenlikli zamanlara nostalji, cep telefonu hafızası kadar hatıra sadece.
Bir mağara duvarına aşıboyasıyla bizon çizen ne kadar güvende hissediyordu kendini? Kara ölümün ve engizisyonun zamanında bir dokumacının duyduğundan farkı ne bu belirsizliğin? Ya da 19. yüzyılın sonunda Londra'da günde 14 saat çalışıp parası ancak paravanla ayrılmış bir kabinde uyumaya yeten bir rıhtım işçisine görünen yarın ile bugün Hong Kong'un beş metrekarelik odalarından cep telefonu yan sanayiindeki işine gideninki ne kadar benziyor birbirine? Sis perdesi gözümüzde mi?
Sosyolog, filozof Zygmunt Bauman, kuşkusuz daha evvel insanların duyduğunkine benzeyen ama modernitenin bu “akışkan” zamanlarına mahsus bir tür belirsizlikten söz ediyor. Tahrip eden, cesaret kıran, arzuları sıradan, aklı kuşkulu, iradeyi kararsız hale getiren ve “ortak çıkar”ı yitirdiğimiz için bireyselleştiren bir belirsizlik. Bauman buna yazıklanmak yerine, bu belirsizlikle yüz yüze gelecek, ondan kaçınacak aletlerin yitirilişini, belirsizliğin siyasal ekonomisini görebilmenin lüzumunu, bu dünyanın insan yapısı olduğunu hatırlatıyordu. 1980'lerden beri tarihsel kapitalizmin “sonbaharıyla” başlayacak huzursuzluklar çağından söz eden sosyolog Immanuel Wallerstein ise 2000'li yılların başında uyarmıştı. 21. yüzyılın ilk yarısının, bir önceki yüzyıla göre çok daha zor, karanlık, belalı olacağı kanısındaydı. Çünkü yerine ne geleceği belirsizdi. Fakat şu var ki “tek ve en büyük erdemi belirsizliğin sürekliliği” olan kozmosta, bir sonda değil, başlangıçta olduğumuzu işaret ediyordu. Belirsiz, zor, maceraya ve yeni bir dünya ihtimaline açık bir başlangıç.
'HUZURUMUZ DA ANLIK'
Serap, 40'larının başında bir tekstil işçisi. Sisin içinde çarpışıyoruz. “Çok büyük bir markanın” fabrikasında çalışıyor uzun müddettir. Bu gerçek adı değil; tam yaşının, doğduğu şehrin yazılmasını istemiyor. İşten atılmaktan korkuyor, “Her şey olabilir” diyor. Her şey olabilir de.
Serap bu fabrikadan önce bir gelinlikçide çalışıyordu. Sigorta yok, öğle yemeği yok. Müşkülpesent gelin adayları ve işgüzar yakınları yüzünden akşam 9'lara uzayan mesaiden yılarak, daha az maaşa ama “en azından giriş-çıkış saati belli” olan fabrika işine razı geldi. “Yarını gören yok ki” diye giriyor lafa. En çok kıdem tazminatı için endişeli. “Şu anki yönetime oy veren arkadaşlarım da tedirgin aslında. Aramızdaki fark şu, onlar hükümetin bunu yapmayacağını düşünmek istiyor, ben neler yapabileceklerini biliyorum.” Ama böyle konulardan da çok konuşmaması gerekiyor. Çünkü her şey olabilir.
Aynı sektörde çalışan eşinin işsiz kaldığı dönemlerde yük Serap'ın sırtındaydı. “Hayatımda müdahale edebildiğim hiçbir şey yok sanki. Etrafımdaki herkes öyle. Bazı arkadaşlarım borca girdi, bankalar düşük faizli kredi veriyor. Zam alabilecek miyiz bilmiyoruz, ama ne olursa razı gelmek zorundayız, çünkü bizim de borçlar var. Sessiz sessiz çalışacaksın, elin mahkûm. Borçlu insanın eli kolu bağlıdır” diyor.
Bütün bunların ortasında İstanbul depremi beyninin içinde daha da büyüyor, sığmaz oluyor. Bazen fabrikada çalışırken birden önce neresi yıkılır diye düşündüğünü anlatıyor. Onun iş yeri, eşinin çalıştığı fabrika mı? Evde tek başına olan kızı aklına geliyor, riskli bir mahallede yaşayan ailesi... İçi oyuluyor korkudan. “Sıcak olsa bile mümkün olduğunca giyinik yatıyoruz geceleri. Banyoda, ya şu an olursa diye işimi hep çabuk bitiriyorum istemeden” diyor. Kendini bir enkazın altında hissettiğini söylüyor bazen, “böcekler” diyor, “ya üzerimizde gezerse...”
Omuzlarına çöken bu belirsizlik yığını altında ona ne iyi geliyor? Canlı, güleç bir kadın, uzun düşünmesine kendi gülüyor. Bir yerde çimlere oturmak... Koltuğa uzanmak... “Baksana huzurumuz da anlık...”
Çocukken İstanbul'a binlerce kilometre uzaktaki köyünde ilaçlama uçaklarına hayranlıkla bakıyordu Serap. O uçakların gerisinde bıraktığı boz bulut tarlalara çökerken pilot olmak istemişti. 12 yaşında çalışmaya başladı, sonrası toz duman.
KUŞKUYU BİÇİMLENDİRMEK
Bu çağa özgü gibi gelen, bu çağı Türkiye'de yaşamanın katmerlediği bir yığından söz ediyor Serap. Kendimizi ve parçası olduğumuz toplumu, bugünü ve yarını kavrayışımızı değiştiren bir yığın. Belirsizlikten konuşmaya nereden başlanır?
Belirsizlik dendiğinde zihinde çağrışımlar uçuşmaya başlıyor. Kaynakları, halleri, dile dökme yolları bu kadar muhtelif, sınırları bu kadar muğlakken, taş kadar somut bir duygusu var. Belki en aşınmış patikadan gidip bir sözlüğe bakmalı: Belirsiz olma durumu, belgisizlik, müphemiyet, vuzuhsuzluk. “Mübhemat”ta dikkat çeken yan, açıklıktan ya da belirli olmaktan uzaklığın, önce bir mahrumiyeti, bir esirgeyişi hatırlatması. Güvensizlik, denetlenemezlik, bazen kestirilemezlik, bazen muhatap bıraktığı keyfiyet, iğretilik.
Güvenebileceğimiz bir yola saparak Necmiye Alpay'a sorabiliriz. Dilbilimci olarak mevzua hâkimiyetinin yanında, doktorasını uluslararası iktisat alanında yapmış bir Mülkiyeli, 1980 darbesini iliklerinde duymuş bir 68'li, en çok barış ve şiir üzerine yazan bir yazar ve de belirsizlik üzerine zihnimizi açabilecek birçok kitabın çevirmeni olması ayrıca kıymetli kılıyor diyeceklerini.
Zihni önce dilbilimin “anlam belirsizliği” kavramına, bir yandan da Heisenberg’in belirsizlik ilkesine gidiyor. Hatta daha çok fizikten konuşmak istiyor sanki. Gayriihtiyari Türkiye'nin siyasi ikliminin dayattığı belirsizlik krizine gelecek sıra. Büyük fizikçilerin bünyeye sağladığı kuşku dozunu methediyor önce. “Kuşkuyu mutlak belirsizliklerden kurtarıp biçimlendiriyorlar. O arada bilimkurgu sevmenize ve okuyuşunuza da katkıda bulunuyorlar” diyor.
Alpay'ın fiziğe, aslında çok da bilinmeyen ilgisi otuz küsur yıl önce zaman kavramı üzerine düşünürken gelişmiş. “Zamanın Kısa Tarihi’nde entropi ve belirsizlik kavramlarına rastlamıştım, dinlemek nezaketini gösteren arkadaşlarıma zamanda yolculuğun kuramsal olarak nasıl mümkün olduğunu, kurt deliklerini filan anlatıyordum. Hawking entropiyi en büyükler düzeyine uyguluyordu, Heisenberg belirsizlik ilkesini en küçüklere, atomaltı parçacıklara. O ara bulabildiğim fizikçilere bu kuramların bizim orta boy dünyamızla ilişkilerini soruyordum. Zihinsel heyecan duydunuz mu, akademik açıdan terbiyeli olmak zorlaşıyor. Düşünün ki bir tür kuram geliştirmişliğim bile var: Düşüncemizin ve varlığın işleyişini ‘marullanma’yla, kıvırcık salata yapraklarının formuyla anlatmaya çalışan bir 'kuram'.”
DOĞUM, ÖLÜM, 'MARULLANMA'
Necmiye Alpay, bu kuramdan 2006'da Yücel Kayıran şiiriyle ilgili bir sempozyumda söz etmiş; bu bildiri Alpay'ın 2005'ten beri şiir üzerine yazdıklarını bir araya getiren Beklediler Gitmedik isimli kitabında yer alıyor. Marulun köke bitişik katı, beyaz, ışıklı kısmı ile kenarlara doğru incelen ve koyulaşan yaprakları üzerinden, zihinlerimizin mutlaklığa en yakın olduğunu sezdiği doğum ve ölüm algımızla bağ kuruyor. Uzaya, maddeye, zamana ve uzama bu yaprak formu üzerinden bakarak şiirle ilişkisini kuruyor. Kökten uzaklaştıkça bilinmezlik, karanlık ve acz var.
Alpay'ın kitabı çağdaş Türkçe şiirin seyrini ustaca bir mihmandarlıkla izlemeye olanak tanıdığı gibi, bir ömre yayılmış şiiri anlama şevkini de sezdiriyor. Evrenin ve hayatın belirsizliklerini dilin biçimine sokmasıyla, ama bunu yaparken de yenilerini yaratmasıyla şiir belki de yaratıcı işler içinde mübhemata en yakın olanı. Tam da bu yüzden “Bana hep bir mucize ya da eşsiz bir armağan gibi gelmiştir” diyor, “Şiirlerle ve tabii diğer her tür sanat yapıtlarıyla bir arada yaşamak dünyaları çoğaltabiliyor. Ezberinizde birkaç şiir ve şarkı, zihninize kazılmış film kesitleri ve resimler, bunlar sizi karanlık tabutluklara attıklarında bile kurtarabilen zenginlikler.”
Tabutluk kelimesi, Türkiye tarihi boyunca çok insana önce tabutların konduğu bir yeri hatırlatmadı. Necmiye Alpay, 1981-1984 yılları arasında Ankara Mamak Cezaevi'ndeydi. Hayatında belirsizliği en derinden hissettiği dönem sorulunca, belki de daha yakın tarihli ve zihninde daha canlı olduğu için 2016'da Özgür Gündem gazetesi davası çerçevesinde, ağırlaştırılmış müebbet cezası talebiyle tutuklu kaldığı ayları hatırlıyor. Ondan iki hafta önce tutuklanmış olan ve aynı koğuşta kaldıkları yazar Aslı Erdoğan'ın sık sık yanına gelip “Necmiye Hanım, sizce bizi burada ne kadar tutarlar” diye soruşu... Alpay'ın verdiği cevap, bir gelenek olan ama son yıllarda dozunu arttıran siyasi şiddetin, muhataplarında nasıl bir belirsizliğe tekabül ettiğini de güzel özetliyor: “Bizi her an bırakabilirler, çünkü aslında buraya hiç kapatılmamamız gerekirdi. Ama bizi ömür boyu bırakmayabilirler de, çünkü savcının talebi bu olabildiğine göre, hukuk rafa kaldırılmış demektir ve ne zaman indirileceği belli değil.”
Dönemleri, bıraktıkları izleri yarıştırarak değil, ama bir cezaya dönüştürülen belirsizlikleri üzerinden kıyaslamak mümkün. “Bugün örneğin, aklınızdan geçmeyecek suçlamalarla tutuklanmak, sabah tahliye haberini, bir-iki saat sonra da serbest bırakılmayacağınız çünkü başka bir maddeden de tutuklu olduğunuz haberini almak gibi belirsizlikler yaşanabiliyor. Bize bunu da yapmışlardı” diyor Alpay, “12 Eylül 1980 Mamak Cezaevi’nde de, sizi her an koğuştan alıp belirsiz bir süre için bir tecrit hücresine, tabutluklara ya da yeniden DAL’a yani emniyet işkencehanesine götürebiliyorlardı.”
Bu yığınla nasıl başa çıkılır peki? Kim tam olarak başa çıktığını söyleyebilir ki. Her şeye hazır yaşamaya çalıştığını söylüyor Necmiye Alpay. Bu ona uzak bir duygu olmamış hiç. “Kendinizi tarihte ve romanlarda anlatılan insanların yerine koyduğunuz zaman, en büyük yıkımların her an olabileceğini hissediyorsunuz. Ülkemizde otuz beş yıldır, bölgemizde onyıllardır süren savaşları unutmamaya çalışıyorum. Depremi ve şimdi de Covid-19’u tabii. Bu da hayli yarılmış bir bilinç ve ruh hali anlamına geliyor.”
Notlar
“Beklediler Gitmedik”, Haziran 2020'de Edebi Şeyler'den çıktı. “Marullanma” teferruatıyla sayfa 325'te. Zygmunt Bauman, belirsizlikten birçok kitabında söz ediyor, burada geçen özet Bireyselleşmiş Toplum'dan. (Ayrıntı Yay, Çev:Yavuz Alogan). Immanuel Wallerstein'ın Tarihsel Kapitalizm ve Kapitalist Uygarlık (Çev: Necmiye Alpay), Bildiğimiz Dünyanın Sonu (Çev: Tuncay Birkan) Metis Yayınları'ndan.
Sırada: “En kötüsü belirsizlik”/ Fizikte belirsizlik/ Arkadaş Özakın
Bu çağa özgü gibi gelen, bu çağı Türkiye'de yaşamanın katmerlediği “belirsizlik” üzerine 20 bölümlük bir yazı dizisinden bir parça okudunuz. Fizikten felsefeye, siyasetten sosyolojiye, hukuktan psikolojiye uzanan alanlarda; yükselen denizlere ve uyuyan fay hatlarına, devletlere ve halklara, dışımıza ve içimize bakarak bir anlama çabası bu. Bilgisiyle, tanıklığıyla eşlik edenlerle birlikte sisin ortasında birlikte bir yürüyüş.
Pınar Öğünç Kimdir?
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler mezunu. 1997 yılından beri çeşitli gazete ve dergilerde muhabir, editör, köşe yazarı olarak çalışıyor. Jet Rejisör (söyleşi, İletişim Yay.), İnce İş (söyleşi, İletişim Yay.), Asker Doğmayanlar (söyleşi, Hrant Dink Vakfı Yay.), Aksi Gibi (hikâye, İletişim Yay.), Beterotu ((hikâye, İletişim Yay.), Cotturuk Defterleri (çocuk, CanÇocuk) kitaplarının yazarı.
'Bakınca, sadece kadın olduğum için işsizim aslında' 11 Ekim 2021
'Bu halimle beni hiçbir fabrika istemez, biliyorum' 04 Ekim 2021
'Şu an bu işe katlanmamın tek bir gerekçesi var, işsizlik korkusu...' 27 Eylül 2021
'Psikolojik esenliği bozan iklimse, ki öyle, onu değiştireceksiniz' 24 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI