Yeldeğirmeni'nde sihirli bir gece: Reverie Falls On All

Reverie Falls On All ikilisi Barkın Engin ve Burak Tamer’le 'Live at Yeldeğirmeni Sanat Merkezi' albümünü konuştuk.

Fotoğraf: Ebru Yıldız
Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Gri mavi bir sonbahar akşamüstü, Bodrum’daki evimin salonuna altın rengi bir ışık dolarken, çok sevdiğim Reverie Falls On All ikilisinin Yeldeğirmeni Sanat Merkezi’nde gerçekleştirdikleri konserin kaydını dinledim mutlulukla.

Kadıköy’ü daha da çok özlememe sebep oldu bu albüm. Ama aynı zamanda beni aldı, hiç bilmediğim uzak denizlere götürdü. ‘Live at Yeldeğirmeni Sanat Merkezi’ albümünde yer alan altı şarkıyı dinlerken, altı farklı öykünün kahramanı olarak buldum kendimi.

2003 yılında deneysel elektronik müzik projeleri 'Reverie Falls On All’u hayata geçiren Barkın Engin ve Burak Tamer’i Replikas ve Pitohui gruplarından tanıyordum. Elektronik altyapıların üzerine tuz gibi serpilen akustik gitarların melodilerinde kaybolmayı çok seviyordum.

Bu konser albümü ise kendimi grubun müziğine daha yakın hissetmemi sağladı. Bu yüzden, albümde yer alan her şarkının bende bıraktığı izden söz etmek ve her şarkı için bir soru sormak istedim grup üyelerine. ‘Live at Yeldeğirmeni Sanat Merkezi’ artık sizlerle…

Fotoğraf: Özge Balkan

1. Şarkı: Night Soars Through Your Desolate Shore

Albüm aynı anda hem ürkütücü hem de tuhaf bir biçimde teselli edici olabilen dalga sesleriyle açılıyor. Bazı geceler uykuya dalabilmek için telefonumdan denizin sesini dinliyorum ben de. Böyle zamanlarda karaya çıktığında derisinden sıyrılarak insan olmuş ve denizlerdeki hayatını unutmuş bir fok kız (selki) olduğumu düşünmek hoşuma gidiyor.

Bu şarkıyı çok sevdim bu yüzden. Dalga seslerine eşlik eden o büyüleyici gece müziği, bana ayın ıssız sahillerin üzerinde yükseldiği manzaraları düşündürttü. Selkileri düşündüm sonra… Çocukken beni aynı anda hem ürküten hem de teselli eden masalları. Sizin hayatınızda ve müziğinizde çocukluk öykülerinin, efsanelerin, masalların yeri var mı?

Barkın Engin: Çocukluğumda benim için müzikten önce edebiyat geliyordu aslında. Bunda babamın dönemi için geniş sayılabilecek kütüphanesinin ve okuma şevkinin büyük etkisi vardır sanıyorum. Her taşınmamızda biraz küçülmek durumunda kalsa da oldukça eklektik bir seçkiye sahipti.

Gerçek üstü ya da ulaşılamaz coğrafyaların hikayeleri ya da Enid Blyton gibi yazarların çocuklar üzerinden kurguladıkları romanlar temelde en sevdiğim kitaplardı. Bu sevgi aktif olarak müzik üretmeye başladığımız ergenlik yıllarında da devam etti.

Söze ayrı bir değer veren Replikas için de edebiyatın büyük bir önemi vardı. 20’li yaşların başlarına kadar kısa öyküler yazardım. Sonrasında bu motivasyonu kaybetsem de şarkı sözü yazarlığından diğer işim olan akademisyenliğe kadar yazı ile yakın temasın çok faydasını gördüm.

Bu şarkının çıkış noktası tam da bu dalga sesleri ve üzerine eklemlenen kısa motif. Yanlış hatırlamıyorsam Burak’ın Datça’da kaydettiği bir alan kaydı idi. Her ne kadar zaman zaman sözlü şarkılar da yazsak da Reverie Falls On All için seslerin aktardığı hikaye, oluşturduğu atmosfer her zaman ön planda oldu. Elektronik müzik de hayal gücü sınırlarını zorlamak ve yeni kapılar açabilmek için çok iyi bir mecra.

2. Şarkı: Everlasting Ripple

Bu şarkıyı Bruce Lee’nin şiirleri eşliğinde dinledim. ‘Sessiz Flüt’ adlı şiirinde, Lee kendini bir mum gibi yakıp tüketmedikçe ışığı asla bulamayacağından söz ediyordu. Müziği dinlerken onun şiirine ismini veren flütü (ya da flütün yokluğunu demeliyim sanırım) duydum sanki. Dalgaların, flütlerin ve ay ışığının sessizliğini…

Sessizlik de müziğinizin bir parçası gibi geliyor bana, tıpkı iyi romanlarda söylenenler kadar söylenmeyenlerin de bir anlamı olduğu gibi. Peki, sizin için bu şarkıda (yokluğuyla) yer tutan şey neydi?

Burak Tamer: Aslında mutlak bir sessizlikten bahsedemeyiz, fiziksel olarak ses bir ortamda yayılıyor, mutlak sessizlik için mutlak boşluk gerekiyor, ama insan mutlak boşlukta var olamıyor. Biz var isek ses de hep var.

Bu nedenle müzikte sessizlik göreceli olarak kurgulanabilen bir kavram, ilk albümümüzdeki ‘Perpetual’ isimli şarkının bir bölümünde kısa boşluk anları kullanmıştık, dinleyicinin içinde bulunduğu akustik ortamın mikro seslerine odaklanabilmesini amaçlayarak. Bu çeşit bir farkındalık geliştirebilmenin genel anlamda müzik ve ses algımızı geliştirici bir eylem olduğunu düşünüyorum.

Bu şarkıyı o dönem yayınladığımız diğer single ‘Elusive Self’ ile birlikte kaydetmiştik. Beraber müzik yazmaya ara verdiğimiz bir süreden sonra bir araya gelip doğaçlama yapmanın bizi iyileştirdiğini hissetmiştim, belki de bu şarkıda gösterilen ama söylenmeyen bu iyileşme hissidir.

Canlı performanslarımızda şarkılar ana ve mekâna göre evirilip dönüşebiliyor ancak şarkının ortaya çıkmasına sebep olan özünün, ruhunun hep sürdüğünü ve aynı duyguyu aktardığını düşünüyorum.

3. Şarkı: Eta Carinae

İçine kapanık ve yalnız bir şarkı gibi duydum onu. Ya da duyduğum, kendi içimdeki sessiz karanlıktı belki de; bilmiyorum. İster istemez, bu şarkıyı sizi dünyadan ayıran bir kozanın içinden icra ettiğinizi düşündüm. Ben de kendime çoğunlukla kelimelerden bir koza örüyorum.

Merak ediyorum… Müziğinizin kendisi bir koza mı sizin için? Ve kozalarımızdan daima değişmiş olarak çıktığımızı düşünürsek, Yeldeğirmeni’nde bu şarkıyı çalmak sizi değiştirdi mi?

Barkın Engin: Evet, katılıyorum. Diskografimiz içinde belki de daha az kapsayıcı, dinlerken daha fazla emek isteyen şarkılardan biri. Bir dönem üretime ara verdikten sonra tekrar bir araya geldiğimizde ilk yazdığımız şarkıydı. Belki o dönem koşullarının da bir yansıması, arayışının sonuçları olabilir.

Her ne kadar 20. yüzyıl başlarından itibaren müzik üretimi sadece canlı icra ile sınırlı olmasa da bizim için konserlerin yeri çok ayrı. Şarkıların bizimle yaşamasına ve gelişmesine imkan sunan bir etken. Bu anlamda katılıyorum, her performans olumlu ya da olumsuz anlamda müzisyeni değiştirir ya da değiştirmesini umut ederim.

Bir de şunu eklemek isterim; ürettiğimiz müziği geleneksel konser salonları ya da kulüplerden ziyade farklı alanlarda icra etmeyi her zaman tercih ettik. Bu elbette her zaman yakalayabildiğimiz bir fırsat değil.

Yeldeğirmeni Sanat Merkezi’nin akustiği ve atmosferi ve seyircilerle tamamen aynı sesi duyabilme şansı ile bizim açımızdan en unutulmaz performanslardan oldu diyebiliriz. Dolayısıyla bunu yayımlayıp bir anlamda tarihe aktarabildiğimiz için çok mutluyuz.

4. Ten Spirits

Bu şarkıyı ilk olarak 2015 tarihli ‘Rebloom’ E.P.’nizde dinlemiştim. Sanırım kendisi benim en sevdiğim RFOA şarkısı… Ama canlı versiyonu çok daha fazla etkiledi beni. Hayal gücümü fazlasıyla çalıştırdı. Tavan arasında eski bir ruh çağırma tahtası bulmuşum da Alice Coltrane’in ruhunu çağırmışım gibi hissettim!

Çocukken hayalet öykülerini ne kadar sevdiğimi hatırladım bir de. Bu şarkının beni bu kadar etkilemesinin bir sebebi de bu sanırım; yani, onun bir şekilde geçmişin hayaletleriyle ilgili olduğunu düşünmem. Sizin de etrafınız geçmişin hayaletleriyle mi çevriliydi bu şarkıyı çalarken? Peki, eğer öyleyse bu onları kovmaya mı yaradı, yoksa kucaklamaya mı?

Burak Tamer: Bu şarkıdaki hayaletler şarkının ana temasındaki tonlar aslında. Yanlış hatırlamıyorsam Barkın’ın o dönemde ‘Tuning, Timbre, Spectrum, Scale’ isimli bir kitapta bulduğu Gamelan müziğinde kullanılan bir akortlama sisteminin tonlarını kullanarak ana temayı oluşturmuştuk.

Gamelan müziğinde kullanılan gonglar da, şarkıda saha kaydı yaparak kullandığımız kilise çanları partisyonu da özel harmonik kompozisyonlara sahip. Her birinin yapımı birer hikâye taşıyor, dolayısıyla özel ve eşsiz bir karakter barındırıyor.

Asya’dan, Okyanusya’dan bize kadar gelen hayaletler aslında, keşfedip kucakladığımızı söyleyebilirim. Müzik teorisi, farklı akortlama sistemleri ve tarihini araştırmak her zaman ilgimi çekmiştir. Farklı ses sistemleri ile yeni tınılarda ilham bulmak ve hikayeler araştırmak Reverie Falls On All’da severek kullandığımız bir yaklaşım.

5. Unvoiced

Bazı günler kendimi unutulmuş bir folk şarkısı gibi hissediyorum. Ya da Andersen’in Küçük Denizkızı masalındaki, sesini kaybeden denizkızı gibi… Böyle zamanlarda yazmak, dünyaya “Ben de buradayım,” demenin bir yolu oluyor benim için. Melankolik ‘Unvoiced’ şarkısı da sizin için konuşmanın, dünyaya merhaba demenin bir yolu muydu?

Barkın Engin: Kendi adıma melankoliyi varlığımın bir parçası gibi hissettiğimi söyleyebilirim. Bir dinleyici olarak müzikal tercihlerimde de bunu gözlemleyebilmek mümkün. Şarkının ortaya çıkmasına vesile olan birbirine eklenmiş iki gitar partisyonundan sonra nasıl ilerlediğimize dair neredeyse hiçbir şey hatırlamıyorum, ki bu bir kayıp değil aksine keyifli bir yolculuk.

Yazım sürecinin sonuna geldiğimizde şarkının ismine ilham olanın ise tam da içindeki bu adlandırılamayan, kelimelerle ifade edilemeyen melankoli, belki de varoluş sancısı olduğunu söyleyebiliriz.

Müzik çoğunlukla onu üretenlerin ellerinden ve zihninden çıkmış gibi gözükse de aslında tekrar tanımanız gereken, kendi yaşamı olan ayrı bir varlık olabiliyor. Formüllere ve gündelik kaygılara bağlı kalmadığı sürece elbette…

6. All Of Them Are Memories Since Now

Her şeyin daha yaşanır yaşanmaz bir anıya dönüştüğünü anlatıyor sanırım bu şarkı. Peki, zamanla aranız nasıl? Geçmişin hayaletleri sık sık ziyaret ediyor mu sizi, yoksa anıları kavanozlara koyup kilerde tozlanmaya mı bırakıyorsunuz sıklıkla?

Tam da bu anın, biz onu tam olarak kavrayamadan geçmişin bir parçası olmasının sanattaki karşılığı nedir acaba? Ben buna cevap veremem ama bunu biraz acımasızca bulduğumu söyleyebilirim. Peki, hayat sizce daima geriye dönük olarak mı yaşanmak zorunda?

Burak Tamer: Zaman kılıcının keskin kenarı şimdiki zaman. Geçmiş bizi biz yapan faktörleri içeriyor olabilir ama bu etkenler şimdiyi ve gelecek zamanı tanımlamak zorunda değiller. Tam olarak özgür olabildiğimiz tek an şimdiki zamanda.

Müziğin ve genel anlamda yaratıcılığın zaman ve mekân ile ilişkisi beni hep şaşırtmıştır. Yüz yıllar önce başka coğrafyalarda yazılmış müzikler zaman ve mekânda yolculuk edebiliyor, ‘zamansız’ olarak nitelendirilebiliyor ve insanların kolektif bilinci haline dönüşüyor.

Sanat eserlerinin zaman ve mekanlarda yankılanmasına müziğimizde de birçok örnek mevcut. Miyamoto Musashi’nin 1643’te yazdığı ‘The Book of Five Rings’ adlı kitabı ‘Moon in the Water’ isimli şarkımıza ilham kaynağı olmuştu.

Annem Duygu Tamer’in 1968’de yaptığı bir resmi ‘Everlasting Ripple’ ve ‘Elusive Self’ single’larımızın kapağında kullandık. Barkın’ın yıllar önce kasete yaptığı bir kayıt bu şarkının albüm versiyonunun sonundaki gitar bölümü olarak yer aldı…