Yeni Gerçek Bakanlığı’nın ilk icraatları
Bu haftanın başında Agatha Christie romanlarının, yeni kuşak okurlar için “değiştirildiğini” öğrendik. Yayıncı Harper Collins, yazarın 1920-1976 yılları arasında kaleme aldığı Hercule Poirot ve Miss Marple polisiyelerindeki “ırkçı” ve “hakaretamiz” bazı ifadeleri kaldırmaya karar verdi. Birkaç ay evvel, benzer kararların Britanyalı başka yazarlar, Roald Dahl ve Ian Fleming hakkında da alındığını okumuştuk. Bu yeni “sansürcülük” nereden çıktı ve ne anlama geliyor?
1.
Winston Smith, Arşiv Dairesi’nde çalışır. Gerçek Bakanlığı’ndaki Arşiv Dairesi’nde…
Gerçek Bakanlığı’nın işi propaganda yapmak ve tarihi yeniden kurmaktır. Winston da bu doğrultuda iş görür. Bugünün gerçeğine uymayan, geçmişteki olayları, verileri hatta isimleri, arşivde arar, bulur ve değiştirir.
Tarihi, günün ve zeminin gereğine göre yeniden yazar.
Winston Smith, Britanyalı yazar George Orwell’ın zihninde doğmuş ve bugünlerde epey okunan roman “1984”teki varlığıyla, edebiyatın unutulmaz karakterleri arasında yer almıştır. Kuşaklarca edebiyat okuru onu tanır ve onun her şeye rağmen gerçeği arama mücadelesine şapka çıkartır.
Bir semboldür Winston.
2.
“Unutulmaz” dedim ama belki unutulabilir. Ya da unutturulabilir. Çünkü, günün birinde bir başka Gerçek Bakanlığı kurulabilir, o bakanlıkta bir başka Winston Smith çalışabilir ve bu yeni Winston Smith, 1984’ün Winston Smith’inin üzerini pek tabii çizebilir.
Neden olmasın? Gerçek hayatın, kurguyu taklit ettiği nice örnek gördük. Bugün dünyanın dört yanındaki iktidarlarca sevilmese bile, en azından sisteme muhalif insanların benimsediği Smith’in günün birinde onu şimdi sevenler tarafından tu kaka edilmeyeceğinden yüzde yüz emin olabilir misiniz?
Orijinal Winston Smith’in hayata bakışının, duygu ve düşüncelerinin, yeni Winston Smith’lerce değiştirilmeyeceğine; eski görüşlerin yeni yaşama uygun hale getirilmeyeceğine, peşin peşin “yok artık” diyebilir misiniz?
Evet, belki komik sorular bunlar ama sorulmaları için artık zemin var.
Gerçek Bakanlığı, sadece iktidarların kalbinde değil, toplumun kılcal damarlarında da harıl harıl çalışıyor.
Umulmadık yerlerde bile.
3.
Bu haftanın başında Agatha Christie romanlarının, yeni kuşak okurlar için “değiştirildiğini” öğrendik. Yayıncı Harper Collins, yazarın 1920-1976 yılları arasında kaleme aldığı Hercule Poirot ve Miss Marple polisiyelerindeki “ırkçı”, "ayrımcı" ve “hakaretamiz” bazı ifadeleri kaldırmaya karar verdi.
Birkaç ay evvel, benzer kararların Britanyalı başka yazarlar, Roald Dahl ve Ian Fleming hakkında da alındığını okumuştuk. Bu yazarların da yine yirminci yüzyılın farklı dönemlerinin ürünü olan eserlerindeki kimi ifadeler, “bugünün okuru”na “yanlış” geleceği endişesiyle kaldırıldı.
İlgili ifadelerin ötesine berisine bakmadan önce, bu kaldırma, düzeltme ya da bugüne uyarlama işlerinin nasıl yapıldığına bir göz atalım. Batı’daki bazı yayınevlerinde yeni yeni beliren bir iş kolu var: Hassasiyet editörlüğü… Bu editörlerin görevi, yayınevinin kitaplarını tarayıp, ırkçı, cinsiyetçi ya da belli gruplar için saldırgan olarak değerlendirilebilecek ifadeleri bulmak.
Ve öyle görünüyor ki ayıklamak…
Hassasiyet editörleri kimine göre eserleri bir ahlaki çerçevenin içinde tutarak topluma faydalı, saygın bir çaba gösteriyorlar; kimine göre de ahlak bekçiliği yapıyorlar.
Şu son örnekler ikinci şıkkın giderek güçlendiğini gösteriyor.
Bir yayınevi, kendi dünya görüşü çerçevesinde bir yazarı yayınlayıp yayınlamama hakkına elbette sahiptir. Aynı yayınevi, kurgu veya kurgudışı bir eserin üretilme sürecinde, editörleri vasıtasıyla, yazarla, onun sarf ettiği bazı ifadeler üzerine tartışabilir ve ona tekliflerde bulunabilir. Bu teklifler belki gerçekten samimidir, belki sırf müdahaledir; onu değerlendirmek de yazara kalmıştır. Kabul eder ya da etmez; kimse karışamaz.
Ama yazılıp bitmiş, müellifi de ölmüş bir eseri değiştirmeye kalkmak?
Winston Smith’in Gerçek Bakanlığı’ndaki işi de zaten bu değil mi? Buna ister Arşiv Dairesi’nde kâtip deyin, ister hassasiyet editörü; işin doğası aynı değil mi? (Burada lafım editörlerin kendilerine değil, onlar da sistemin onlardan istediği işi yapıyorlar ama sistemin de tuhaf bir yere gittiği çok açık.)
4.
Bu konuyu haberleştiren Telegraph gazetesi. (Guardian da ondan alıp haberleştirmiş; açık kaynak olduğu için Guardian linkini kullanıyorum.)
Haber bize, Agatha Christie’nin kullandığı “siyah”, “Yahudi”, “Çingene”, “yerli” gibi ifadelerin metinden çıkarıldığını veya değiştirildiğini anlatıyor. Bir kadının vücudu için “kara mermer” ifadesi, bir yargıcın “Hintli öfkesi” de sakıncalı bulunmuş.
“Nil’de Ölüm” isimli eserde bir karakterin çocuklar hakkında kullandığı “bana bakıp duruyorlar; gözleri beni iğrendiriyor, burunları da, çocuklardan pek hoşlandığımı söyleyemem” ifadeleri de hassasiyet editörlerinin makasıyla karşılaşmış.
Roald Dahl için de benzer bir durum vardı. Yayıncı Puffin, yine hassasiyet editörlerinin, Dahl’ın “Charlie’nin Çikolata Fabrikası” isimli kitabı başta, birçok kitapta saptadığı “çirkin” “şişman” gibi ifadeleri çıkarıp yerine yenilerini koymuştu. Yine Dahl’ın “Cadılar”ında, antisemitizmle ilişkilendiren “koca burun” ifadesi de değişmişti. Bununla beraber Puffin eserlerin, “değiştirilmemiş” versiyonlarının da yayımlanmaya devam edeceğini açıklamıştı.
Ian Fleming’in James Bond’u makas yemekle ve yeni ifadelerle tanışmlakla kalmadı; serideki kitapların başına şu cümleler de geldi: “Bu kitap, bugünün modern okuru tarafından saldırgan olarak kabul edilen birçok ifade ve davranışın yaygın olduğu bir dönemde yazılmıştır.”
5.
Irkçılıkla, ayrımcılıkla, cinsiyetçilikle, saldırganlıkla elbette ki her ortamda ve her koşulda mücadele etmeli.
Ama her ortam ve koşuldaki mücadeleye geçmişin tahrif edilmesi dahil mi? Kanımca, söylenmiş bir sözü söylenmemiş saymak, geçmişin gerçeğini bugünün değerlerini göre eğip bükmek ama her şeyden önce kendinde buna hak görmek mücadele edilen her ne ise en az onun kadar sakıncalı.
Bu giderek rağbet gören bir eğilim. Batı’dan başlayarak dalga dalga büyüyen ve hoşgörüsüzlüğün sularında sıkça dolaşan “cancel culture”dan ayrı da düşünülemez. (Çok dallandırıp budaklandırmamak için bu bahisleri bir başka yazıya bırakıyorum.)
Ama şu notu düşelim: Bu tür hassasiyetlerin ve bu had bilmez yöntemlerin ciddi sakıncaları var.
Birincisi, edebi anlamda bir kepazelik bu. İyi veya kötü, etik veya değil, zamanın ruhuna uygun veya aykırı, bir yazarın cümlelerine dokunmaya nasıl cüret edilebilir? İnsan yaratıcılığına daha nasıl hakaret edersiniz? Hassaslıksa, örneğin LGBTİ konularıyla ilgili satırlara, dizelere dokunanlar çıktığında ne cevap verilecek? Ya da pek çok örneğini gördüğümüz üzere, eli makaslı birisi dinle ilgili bir ifadeye kafayı takarsa? Makas kimin elindeyse bağlam değişiyor. Buna karar verecek bir merci mi var? Neticede sansür sansürdür.
İkincisi, bu tür müdahaleler edebiyatı ve bağlamı anlamamızı zorlaştırıyor. Yeni nesil okurlar kendi perspektiflerinden, tecrübelerinden bakarak Agatha Christie, Roald Dahl veya Ian Fleming hakkında nasıl hakiki yargılara varabilecekler? Niye onları yargılama, değerlendirme, eleştirme veya belki de şimdi çıkarılmış bu laflarından dolayı onları benimseme hakkı okurun elinden alınsın? Ne hakla? Ayrıca, bu yazarlar bugün yazsa aynı ifadelere başvurmayacaklarını kim nereden biliyor?
Üçüncüsünü zaten Orwell anlattı. Geçmişi değiştirmek faşist bir uygulamadır. Bu örneklerde de “1984”teki gibi geçmiş değiştiriliyor. Bunun kendisi hem bir sansür hem berbat bir tavır.
Dördüncüsü Batı, yine hep yaptığını yapıyor. İçinde bulunduğu anı “tarihin sonu” ilan ediveriyor. Şu andaki yargılarının doğru olduğunu ve bu doğrunun artık tüm zamanlar için geçerli olduğunu söyleyiveriyor. Yani bu görüşe göre tekâmül ede ede bugünlere geldik ve bugünün yargısı artık tüm zamanlara uygulanabilir.
Gündelik yaşamdaki onlarca ırkçı, ayrımcı, cinsiyetçi uygulama yerinde dururken şunlara tevessül etmek hakikaten ancak hayattan kopuklukla açıklanabilir. “Fleming bunları yazdığında ortam başkaydı” diye yazmak için insanın herhalde evinden çıkmaması gerekiyor. Keşke başka olsaydı ama değil.
Batı’nın işlediği günahlardan özür dileyerek kurtulma yüzsüzlüğünün, fazladan bir de ahlaklı pozu kesen bir başka yansıması bu. Bu tavır, bir metindeki “zenci” lafını düzelttiği zaman geçmişini temize çekmiş sayıyor. O lafın varlığından türemiş ve kuşaklarca hatırlanacak acıları da ortadan kaldırdığını sanıyor.
Bilakis, ırkçıysa ırkçı, ayrımcıysa ayrımcı, o lafın orada durması gerekiyor. Kimin ne yaptığını, kimin ne düşündüğünü, ya da o günün ortamını herkes görsün, bilsin ve kararını ona göre versin diye…
6.
Ama bir de edebiyat var.
Tekrar en başa dönelim: Bir lafın edebiyat icabı orada olup olmadığına kim karar verecek? Hassasiyet editörü, Ülkü Tamer’in “hem dersini bilmiyor hem de şişman herkesten” dizesinin üstünü çizecek mi mesela?
Üstelik o şiirde “zenci” de var… “Kuş vurma” da var. Şimdi ne yapalım, Ülkü Tamer’in dizelerine müdahale mi edelim? Uygun ifadelerle değiştirelim mi? Bu dizelerin bugün nasıl yazılması gerektiğini mi tartışalım?
Yafta mı yapıştıralım?
Gerçek Bakanlığı’nı iktidar kurunca tuhaf gelmiyor. Ama bu iktidarlar edebiyat ortamında kurulunca cidden tat kaçırıyor. Dahası hakiki meseleler ortada dururken bunları yapmak… Saflık mı desek?
Gerçekten bilmiyorlar derslerini.