Yeni Gotham şehrinden sessiz manzaralar
İki insanın arasındaki bağ nasıl kurulur? En çok sözle… Ya söz yoksa? Yeni araştırmalar insanların arasındaki temasın gitgide soluklaştığını gösteriyor. Anlamlı sohbetin kaybolduğu bir dünyada birbirimizi tanımamız mümkün mü?
1.
Hayatta bir an… Hepimizin yaşadığı, kanıksadığı ve artık değiştirmeyi düşünmediği bir an… Metrodayız, otobüsteyiz, bir bekleme salonundayız. Aradayız. Yoldayız. Elimizdeki telefona bakıyoruz. Sesler, görüntüler akıyor. Biz telefonun içindeyiz. Orada değiliz.
Bunu bir profesör anlatıyor.
Chicago Üniversitesi’nden davranışbilimci Prof. Nicholas Epley, bir gün üniversitedeki ofisine trenle giderken kimsenin birbiriyle konuşmadığını fark ettiğini söylüyor. Herkes sessizmiş. Kulaklıkları takılıymış. Ya telefona bakıyor ya da kitap ve gazete okuyorlarmış. “Ne yapıyoruz” diye düşünmüş davranışbilimci. “Neden bizi en çok mutlu eden şeyle vakit geçirmiyoruz?”
2.
Nedir bizi en çok mutlu eden?
Sosyallik. Birbirimizle konuşmak. Anlatmak, anlamak, soru sormak, cevap vermek… Başkalarıyla bir arada olmak. Peki bu bağ bunca mutluluk veriyorsa, neden ihmal ediyoruz?
Epley’nin bu sene meslektaşlarıyla birlikte yürüttüğü araştırmadan okuyalım:
“Başkalarıyla ilişki kurmak mutluluğu arttırır ama insanlar bu ilişkiden, karşı tarafın nasıl cevap vereceğine ilişkin endişelerden dolayı çekinir. Son araştırmalar, bu çekincenin geçersiz olduğunu gösteriyor: Bu tür çabalara diğer tarafın verdiği pozitif karşılık azımsanıyor.”
Bu da yine Epley’nin daha önce, California Üniversitesi’nden Juliana Schroeder ile yaptığı bir araştırmadan:
“Başkalarıyla temas kurmak mutluluğu arttırıyor ama yan yana duran iki yabancı genelde birbirlerini görmezden geliyor. Neden? İki sebep öne çıkıyor: Ya yalnızlığı, başkalarıyla temastan daha pozitif bir tecrübe olarak görüyorlar ya da insanlar bu uzak sosyal bağlantıların sonuçlarını yanlış anlıyor.”
Bu araştırmaya dahil olan anketlerden çıkan sonuç: İnsanların sadece yüzde 7’sinin bir bekleme salonunda tanımadığı kişilerle konuşacağını söylüyor. Bu oran, bir trende yüzde 24.
3.
Epley’nin anlattıklarını New York Times’taki bir makalede okudum. Makalenin yazarı David Brooks, özellikle Amerikan toplumunun temel meselelerinden biri olarak gördüğü “bağ kurmama” halinin Epley’nin araştırmalarında somutlaştığını düşünüyor.
New York Times köşeyazarı Brooks makalesinde başka bulgulara da yer vermiş:
İnsanlar birine yardım etmekten veya ona destek vermekten, o kişinin buna negatif reaksiyon göstereceğini düşünerek kaçınıyor; halbuki araştırmalara göre destek verilen taraf bunu sanılandan çok daha pozitif karşılıyor (Yine Epley ve ekibinin araştırması).
İnsanlar, genelde bir sohbet sırasında faydalı bir bilgi edinemeyeceklerini düşünüyor ya da bu bilgiyi azımsıyor (Stav Atir ve Kristina Ward’ın araştırması).
Epley, meslektaşlarıyla beraber, bu alanda birçok başka araştırma daha yürütmüş. İnsanların derin sohbetten aldığı hazzı azımsadıklarını, bu sohbet mesajlaşarak değil konuşarak yapılsa alınan hazzın katlanacağını anlamadıklarını ya da bir başkasına yapılan iltifatın onu ne kadar mutlu ettiğinin yeterince farkına varamadıklarını ortaya çıkarmış.
Bunların yanında, yeni insanlarla yapılan uzun sohbetlerin ne kadar haz verdiğinin yeterince anlaşılmadığını söyleyen bir araştırma da var (Kardas, Schroeder ve O’Brien’ın araştırması).
Bir başka bulgu: İnsanlar tanımadığı kişilerle sohbet açmaya ya da onlara yardım etmeye korkuyorlar; zira bunu yaparken başarılı olup olmayacağını düşünüyorlar. Ama diğer taraf aslında sohbet açmaya, yardım etmeye çalışanın yetkinliğine odaklanmıyor, sadece içtenliğini dikkate alıyor.
ABD’deki araştırmalardan çıkan bulguların Türkiye’de de üç aşağı beş yukarı geçerli olduğunu düşünürsek, netice şu:
Çok iyi tanıdığımız, bildiğimiz insanlar haricinde kimseyle konuşmuyoruz. Konuşsak da onların üzerindeki etkimizi anlamıyoruz. Bu konuşmalarda kendi hayatlarımızı zenginleştirecek cevherler gizli olduğunu fark etmiyoruz.
4.
Yazının burasına kadar güzel güzel geldik…
Şimdi izninizle makas değiştireceğim. Tanımadığımız, bilmediğimiz insanlarla, yolda belde her karşılaştığımızda sohbet etsek, öğrensek, öğretsek, hep beraber zenginleşsek iyi de…
“Sen herhalde bu dünyayı pek tanımıyorsun” derler adama…
Nitekim demişler de. Brooks’un makalesine gelen 1700’den fazla yorum var (Müthiş bir sayı!). Çoğu epey düzgün yazılmış, bazısı başlı başına makale kıvamında, kimisi de kısa ve okkalı yüzlerce yorum.
Bir okur, “Bu makaleyi yayımlanmadan evvel hiçbir kadın editör okumadı mı” diyor mesela.
Haksız mı?
Evet, mesele orada. Yorumlar, kadınların başından geçen tatsız hikâyelerle dolu. Metroda, istasyonda, bekleme salonunda bir kısacık sohbetin, anlık bir gülüşün, bir iki saniyelik bakışın nelere yol açtığının hikâyeleri…
Sonra etnik köken kaynaklı anılar… Bir kısacık sohbetin ardından küçümseyen, tepeden bakan, düpedüz hakaret eden sözlerle karşılaşanlar… “Evine dön”ler, “Aa sen hiç X (artık hangi etnisiteyi koyarsanız) gibi görünmüyorsun”lar, daha da ağırları…
Ya da düpedüz sersemlikler… Hele bu kutuplaşmış dünyada. İdeolojik, sınıfsal aymazlıklar ve hakikaten katlanılmaz bir dolu laf.
Karşı taraftan iki şey öğreneceğim diye bunlar çekilir mi?
5.
Erkeklerin kadın meselelerini algılayamadıkları, algılamak için yeterli çabayı sarf etmedikleri bir vakıa. Ben de bu gaflete zaman zaman düşüyorum. Bunu bazen kendim -sonradan- fark ediyorum; bazen fark etmediğimi de fark etmiyorum. Evet, bu tür konuları yazarken çok yönlü düşünmek lazım. Başkasıyla temas kurmamanın sebebi düpedüz korku da olabilir, hatta en çok da budur; bundan doğal ne var? Üstelik bunlar araştırmalara nasıl yansımaz?
David Brooks da bu tür konuları ele almayı seven ve tartışmaları genelde etraflıca, tüm boyutlarıyla veren bir yazardır (Merkezin sağında, Trump’ın ve onun temsil ettiği her şeyin karşısında konumlanmış, ‘modern muhafazakâr’ diye tanımlanabilecek biridir Brooks). Ama okur haklı, bu defa önemli boyutlar eksik kalmış.
Şimdi eksik kalan boyutu da eklemiş olarak söyleyelim o zaman:
Ne kadar tatsız bir dünya bu!
Haklı korkunun geçerli olmadığı hallerde de kimsenin kimseyle temas etmediği dünya. İki yetişkin erkeğin mesela. Okul önünde çocuklarını bekleyen velilerin. Herkes telefonunda. Herkes sessiz.
Kimsenin kimseyle konuşmadığı, herkesin giderek bir başına yaşadığı bir tür gerçek dünya Gotham’ı.
Konuşmayan, konuşamayan, susan; sustukça kendi içine çöken bir Gotham…
Yenal Bilgici Kimdir?
Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.
Brezilya günlükleri: Anne biz artık zengin miyiz? 21 Temmuz 2024
Tourists, Go Home! 14 Temmuz 2024
100 bin oyla Meclis’e giren gergedan Cacareco’nun ilham veren hikâyesi 07 Temmuz 2024
Cézanne’ın dağı, Sisifos’un çilesi, hem tanıdık hem yepyeni 30 Haziran 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI