Yeni Sanayi Devrimi
Dünyanın en bilinen giyim markaları ürünlerini Bangladeş’te yaptırıyor. Bu zorlu coğrafyada bugün 3500 tekstil fabrikası var. Dört milyon Bangladeşli, neredeyse hiç ara vermeden bu fabrikalarda çalışıyor. Aldıkları para, bizim hesapla 2100 lira. Uğradıkları sömürü, yaşadıkları güvensizlik zaten düzenin bir parçası. Koca koca markalar neden bu sömürüye göz yumuyor? Yoksa zaten işin sırrı burada mı?
1.
Dünya nasıl bugünkü dünya oldu? Çok uzun bir hikâye ama kilometre taşları da belli. Ateş, tekerlek, tohum, yazı, barut, matbaa, piston, internet… Bu gelişmelerin neredeyse tümüyle yolu kesişen bir durak daha var arada: Fabrikalar…
Çıkan kısmın özetine bakarsak… Bugünkü dünyanın şekillenmesinde seri ve hızlı üretimin çeşitli zamanlarda ve yerlerde farklı etkileri oldu. Batı açısından, Sanayi Devrimi, hiç şüphesiz bir teknolojik üstünlük getirdi; bir yandan kapitalizmi de şımarta şımarta besledi. Kapitalizm fabrikada doğmasa da, çoluk çocuk dahil herkesi berbat, insanlık dışı koşullarda çalıştıran fabrika sömürü düzeninde büyüdü.
Sanayi Devrimi fabrikalarını tanımlayan üç unsur vardı: Günde 16 saate varan çalışma temposu, düşük ücret ve sağlıksız bir ortam. “İnsanlık dışı” dedim ama neticede fabrikalarda insanlar çalışıyordu; dolayısıyla insanın insanla bir araya geldiği her yerde olduğu gibi dayanışma da oradan doğdu. Sosyalizm, fabrikalarda ve daha da beter koşullara sahip madenlerde büyüdü ve serpildi. Bu da başka bir hikâye…
Sanayi Devrimi sadece bir 18’inci yüzyıl hikâyesi mi? Orada kaldı mı? Dünyayı şekillendirdikten sonra bütün sebepleriyle sonuçları tükendi mi? Biz uzaya gittik, yapay zekâyı ürettik ama tüm o sefalet, tüm o berbat çalışma koşulları bitti mi?
2.
Bitmedi.
Sömürü düzeni, modern dünyanın gözünün önünde değilse de bir yerlerde devam ediyor. Yani yanlış anlaşılmasın, gelişmiş dünyada da hatırı sayılır ölçüde ve vahşilikte sömürü var ama tam teşekküllü halde, 18’inci yüzyıl düzeninde, otuz iki kısım tekmili birden başka yerlerde devam ediyor.
Mesela Bangladeş’te... Türkiye’nin beşte biri büyüklükte olmasına rağmen iki katı nüfusa sahip bu ülkenin can damarlarından biri işte bu 18’inci yüzyıl fabrikaları. Onların girmediği yerlerde de “sweatshop”lar… Biz, ağır çalışma koşullarını umursamayıp sadece yarı illegalliği vurgulayarak “merdiven altı atölyeler” diyoruz ama Türkiye’de de pek yaygın olan bu sweatshop’lar esasen kötü çalışma koşulları, uzun saatler ve düşük maaşla tanımlanıyor. Yani Sanayi Devrimi’ni tanımlayan ne varsa onunla tanımlanıyorlar. Zaten terimin kendisi de Britanyalı yazar Charles Kingsley tarafından, insanı ter içinde bırakan berbat koşulları ifade edebilmek için ilk defa kullanıldığında yerleşmiş. 1850’de… 200 yıl sonra aynı terimle devam. Uzaya gitsen de dünyada bir yerlerde sweatshop’lar var yani… Hem de onun sayesinde.
Bu bahsi kapatmadan: Bizim cici, hayattan kopuk ve insana hiçbir şey ifade etmeyen “merdiven altı atölye” tanımı yerine, adlı adınca “terhane” terimi kullanılsaydı, gerçeklere biraz daha yaklaşır mıydık? Bence, en azından neden bahsettiğimiz belli olurdu.
Dönelim Bangladeş’e...
Bu zorlu coğrafyada bugün 3500 tekstil fabrikası var. Dört milyon Bangladeşli, neredeyse hiç ara vermeden bu fabrikalarda çalışıyor. Dünyanın en büyük, en bilinen, hepimizin her gün kullandığı kıyafet markaları için tişört, pantolon, şapka, çanta, ayakkabı, aklınıza ne gelirse onu dikiyorlar. Bangladeş, Çin’den sonra dünyanın en büyük tekstil ihracatçısı.
Neden böyle bir dev Bangladeş? Çünkü ucuz. İşçilerin aldığı para 8300 Bangladeş takası. Bugünkü kurda 2148 Türk lirası ediyor. Az para. Çok az para. Bu alanda çok düşük ücretlerle tanınan Vietnam’ın, Kamboçya’nın da gerisindeler. En gerideler. Piramidin en altındalar. En üstte uzay turisti, onun altında petrol sermayesi, altında Silikon Vadisi, altında ne ürettiği bilinmeyen dev tüketimcisi, altında denizaşırı gezebileni, altında kendi kendine yeteni, altında kıt kanaat geçineni, altında şehir cangılında her şeye rağmen mücadele edeni, en altta da Sanayi Devrimi’ni yaşayan Bangladeşli işçi… Aşağı doğru orantısız büyüyen bir piramidin temsilcileri.
İşte burasına kadar gelen bu temsilciler, kazandıkları ücretin insani bir seviyeye çıkabilmesi için günlerdir, haftalardır, aylardır mücadele ediyor. 2100 lira, 70 euro, 8300 taka. Hiç olur mu? Olmuyor. İşçiler sokaklara dökülüyor. Üzerlerine açılan ateşte öldürülüyorlar.
Dünyanın “terhanesi” ya da atölyesi olarak 55 milyar dolar girdi sağlayan ülkenin hükümeti, polisi görevlendirmekten başka ne yapıyor peki? İşçilere birkaç dolar lütfediyor. “200 euro civarındaki asgari ücret isteğinin ancak yarısını karşılarız” diyor.
Peki o koca koca markalar ne yapıyor? Genel olarak hiçbir şey yapmıyor. Hani o adil çalışma, adil ticaret anlaşmaları yaptığını söyleyip duran markalar? “Bizler bizim için bu koşullarda üretim yapılmasına razı değiliz” mi diyorlar.
Yoksa acaba zaten bu koşullardan dolayı mı oradalar?
Amerikan Çalışma Bakanlığı’nın raporundan okuyalım: “Bangladeş’te milyonlarca işçi güvensiz koşullarda çalışıyor ve işçi haklarından yararlanamıyor. (...) Tekstil işçileri kötü iş güvenliği ve sağlığı koşullarında çalıştıkları gibi, hakları da suistimal ediliyor.” Uzayıp giden, ayrıntılı bir rapor.
ABD’de bakanlığın üstüne rapor yazacak kadar bildiğini, Amerikan markaları da biliyordur herhalde değil mi? Diğer tüm markalar da?
3.
Birinci Dünya ile Üçüncü Dünya arasında işte böyle bir bağ var. Sömürü düzeni bağı. Birinci dünyanın kapitalistleri, kendi insanına yapamadığını, kendi ülkesinde uygulayamadığını, gelişmemiş ülkelerde yapıyor. 18’nci yüzyılın Manchester’daki fabrikasını 21’nci yüzyılda Dakka’da kuruyor. Bunu yaparken hak hukuk, insan onuru falan da gözetmiyor. Ama yine de dönüp kendi birinci dünyadaki müşterisine her şeyin kitabına uygun yapıldığını söylüyor.
Bunların hiçbiri yeni değil. Hep böyleydi zaten.
Yine de yeni olan bir şey var. Yeni olan, bu kapitalist düzenin bu kadarını yapmayacağının, buna izin vermeyeceğinin düşünülmesi. “Bırakınız yapsınlar” kapitalizmi diye bir alttüre bile sahip olmasına rağmen…
Neden böyle düşünenler var?
Biz, hem memleket hem dünyadaki biz, doksanların sonu ikibinlerin başı gibi bir ara, bir tuhaf eşiğin üzerinden atladık. Yeni binyılın verdiği baş dönmesi miydi, internetin getirdiği yeni ferahlık ve genişlik hissi miydi, buluşlar çağında insanın iyiliğine ve tekâmülüne dönük inancımızın pekişmesi miydi, bilinmez… Ama bu eşiği atlarken herhalde hafızamızı da sıfırladık.
Şimdi şu son Anayasa Mahkemesi tartışmaları ışığında Türkiye için mesela, “ama hukuk dışına çıkılırsa yabancı yatırımcı buraya gelmez” diyenler, demek ne kelime, “böyle değil” diyeni saflıkla suçlayanlar var.
Siz onu gidin bir de Bangladeşli işçiye sorun. Geliyorlar mıymış gelmiyorlar mıymış? Yoksa zaten hak hukuk yok diye mi oradalarmış?
Yenal Bilgici Kimdir?
Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.
Brezilya günlükleri: Anne biz artık zengin miyiz? 21 Temmuz 2024
Tourists, Go Home! 14 Temmuz 2024
100 bin oyla Meclis’e giren gergedan Cacareco’nun ilham veren hikâyesi 07 Temmuz 2024
Cézanne’ın dağı, Sisifos’un çilesi, hem tanıdık hem yepyeni 30 Haziran 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI