Yeni Türkiye’nin barbarları: Üniversite öğrencileri
Ülkenin 20’li yaşlarında, çalışkan ve ilerici binlerce öğrencisine, bu ülkedeki en gerici değerlerinin savunucusu olan kişilerin “barbar” demesinde derin bir ironi var tabii. Bu bir yanıyla kendi dışındaki her varlığı tehdit olarak gören, herkesi teröristlikle ve barbarlıkla suçlamaya alışan bir aklın doğal sonucu olarak, bir yanıyla da bu zihin yapısının engellenemeyen çöküşünün gürültüsü olarak okunabilir.
Can Öztürk*
Güney Afrikalı yazar J. M. Coetzee’nin Barbarları Beklerken romanı adı bilinmeyen bir imparatorluğun, adı bilinmeyen bir sınır kentinde geçer. Sınırın ötesinde yaşayan yerliler roman boyunca sık görünmezler, buna rağmen imparatorluk sınırları içerisinde yaşayanlar yerlilerden korkarlar çünkü idarecileri evvel zamandan beri sınırın ötesinde yaşayanların yok edilmesi, başı ezilmesi gereken “barbarlar” olduğunu anlatır. Halk, daha önce şahit olmamış olsa da yerlilerin onları işgal etmek, kaynaklarını ve değerlerini yağmalamak isteyen bir barbar güruhu olduğu anlatısından başka bir şey duymamıştır.
Bir süre sonra kent içerisinde yayılmaya başlayan söylentiye göre barbarlar kenti işgal etmek için hazırlık yapıyorlardır. İmparatorluk, “barbarların başını ezmekte” mahir olduğu bilinen bir albayı kente gönderir ve bölgenin bütün kaynakları yerlilerin yakalanıp sorgulanması için yapılan keşiflere ayrılır. Hiçbir keşifte işgale hazırlanan bir barbar güruhu bulunmaz ama yakalanan tüm yerliler işkenceden geçirilir, sakat bırakılır, öldürülür. Zamanla kentin hem fiziksel hem zihinsel kaynakları tükenmeye başlar. Maddi kaynakları hızla eriyen halk, aynı zamanda düzenli işkencelere ve infazlara şahitlik ederek yaşar ve ruhen çöker. Bitmek tükenmek bilmeyen keşiflere ve operasyonlara rağmen barbarlar bir türlü işgale gelmemiştir, ancak kent yine de talan edilmiş ve harap olmuştur.
Coetzee’nin imparatorluğunu ve coğrafyasını isimsiz bıraktığı bu roman tarihteki birçok siyasi örgütlenmenin alegorisi olarak okunabilir elbette. Türkiye’de de sık sık hedefe konulan barbarlar olmuştur. Şimdiki zamanın barbarları olarak ilan edilen grup ise ülkenin güzide üniversitelerinden bir tanesinin direnen öğrencileri. Ülkenin 20’li yaşlarında, çalışkan ve ilerici binlerce öğrencisine, bu ülkedeki en gerici değerlerinin savunucusu olan kişilerin “barbar” demesinde derin bir ironi var tabii. Bu bir yanıyla kendi dışındaki her varlığı tehdit olarak gören, herkesi teröristlikle ve barbarlıkla suçlamaya alışan bir aklın doğal sonucu olarak, bir yanıyla da bu zihin yapısının engellenemeyen çöküşünün gürültüsü olarak okunabilir. İktidar, geçmişinden devraldığı ve çoktan bozulmuş birtakım “değerlerin” ve “maneviyatın” sadece geçmiş zamanda korunmasını değil, bunların her nesilde yeniden üretilmesini, geleceğin kıymeti muğlak bir geçmişle örülmesini talep ediyor. Çıkan gürültünün kaynaklarından bir tanesi de bu talebin karşılığının azalmakta olduğunun anlaşılmaya başlanması.
Türkiye’de özellikle ODTÜ ve Boğaziçi gibi ülke ortalamasının üstünde demokratik değerlere sahip olan üniversitelerin öğrencileri uzun yıllardır birçok farklı kimliğin bir “ortak yaşam” kurabildiği gerçeğini deneyimliyorlar. Bu deneyim düşe kalka ilerliyor olsa da üniversitelerin hocalarının ve öğrencilerinin nezdinde ikna gücünü de gün geçtikçe artırıyor. Öğrenci sayısının yüksek olduğu okullarda siyasi, etnik, dini, cinsel kimliği farklı olan binlerce öğrenci aynı sınıflarda tartışıyor, aynı kafelerde yemek yiyor, aynı ortak alanlarda yaşıyorlar. Bunların da ötesinde, kimlikleri fark etmeksizin bugünlerinin ve geleceklerinin vahşice çalınmakta ve tüketilmekte olduğuna hep birlikte şahitlik ediyorlar. Burada bu şahitliğin ve bu ortak yaşam deneyiminin ürettiği enerjiyi bastırmanın yolu da Melih Bulu gibilerden geçiyor.
Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atanmasının korkunçluğunun tek sebebi kendisini akademik yeterliliğinin fazlasıyla şüpheli olması değil. Yeterlilik sahibi birinin de bu iktidar tarafından Boğaziçi Üniversitesi’ne atanması aynı anlamı taşırdı: “Bizim tahayyül sınırlarımızın ötesinde, başka bir hayatın mümkün olduğunu kanıtlayan barbarlar var; onları yok etmek zorundayız”. Melih Bulu’nun burada özgül pek bir değeri yok. Olsa olsa kendisinin yetersizliği ve liyakatsizliği, iktidarın üniversitelere karşı beslediği hınç ve öfkeyi anlamak konusunda yardımcı olabilir bize.
İktidar, Asım’ın nesli diye tabir etmek istediği nesil ne idiyse, bunu çoktan kaybetmiş görünüyor. Üniversite öğrencileri farklı kimliklerine rağmen bir arada yaşamanın mümkün olduğunu, bu yaşamın birçok renginin olduğunu görüyorlar, deneyimliyorlar. İktidarın gözünde onları barbar yapan da tam olarak bu. Başörtülü öğrenciler, LGBT+ öğrenciler, sosyalist öğrenciler, Türk öğrenciler, Kürt öğrenciler, üniversitedeki ortak yaşam deneyimlerini üniversite dışındaki kamusal hayata da taşıyacaklar, taşıyorlar. Bu, iktidardaki zihnî koalisyon için dehşetli bir korku. Dolayısıyla Boğaziçi direnişinin anlamı üniversiteye atanan rektörün boyunu fazlasıyla aşıyor. O, imparatorluğun sınır karakolundaki bir eri sadece, dahası değil.
İktidar, var olmayan barbarlarla mücadele etmek için Boğaziçi Üniversite’sini talan etmeyi, tahrip etmeyi göze alıyor. Tüm olanlara rağmen, başka bir yaşamın, ortak bir hayatın mümkün olduğuna ikna olan insanların sayısı ise her geçen gün artıyor. Boğaziçi Direnişi iktidar için yeni bir kriz değil, ancak yine de büyümekte olan bir korku. Birbirleri ile temas etmeyi, insanca iletişim kurabilmeyi başarabilen kimlikler farkındalar ki ya herkes nefes alacak ya hiç kimse. Ya gökkuşağı, ya dipsiz karanlık.
*Öğretim Görevlisi, Bilkent Üniversitesi