Yerel seçimler merkezi kararlar
DEM Parti’nin büyük bir özgüvenle ve kimi risklerine rağmen yürüttüğü ön seçim deneyiminin bu seçimlerin şimdiden önemli kazanımlarından biri haline geldiğine kuşku yok.
Türkiye nasıl yönetiliyorsa siyasi partileri de o şekilde yönetiliyor. Ankara’daki merkezi idarenin mahallelerden köylere kadar her şeyi kontrolü altında tutması gibi partilerde de genel merkezin yerel teşkilatlar üzerindeki tahakkümü her alanda kendini gösteriyor. Bunun en belirgin olduğu alanlardan biri de yerel ve genel seçimler öncesi aday belirleme süreçleri oluyor. “Bir partide aday gösterme yetkisi kimde ise partinin esas sahibi odur”* ifadesinin 31 Mart seçimleri öncesinde de bir tür sağlaması yapılmış oldu.
Birer kapalı kutu olan AKP ve MHP bir tarafa, CHP de bu seçimde pek iyi bir sınav vermedi. Partinin önemli isimlerinden olan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, aday gösterilmeyeceğini MYK toplantısından 5 dakika önce öğrendiğini duyurdu. Parti yönetiminin -nedense- Soyer’den vazgeçmesi ve yerine daha önce adı neredeyse hiç anılmayan Cemil Tugay’ı aday göstermesi, CHP’deki parti içi demokrasi, katılım ve şeffaflık açısından derslerle dolu bir örnek oldu. Genel olarak yapılan yorumlar Soyer’in Kılıçdaroğlu’na destek vermesi nedeniyle yeni yönetim tarafından tercih edilmediği yönünde olsa da asıl mesele karar alma süreçlerindeki merkeziyetçi yapıydı. Bu yapıyla Soyer veya başka birinin aday gösterilmesi arasında isimler dışında bir fark da oluşmayacaktı.
Tunç Soyer kendisi yönünden yaşananları “En hafif deyimle siyasi nezaketsizlik olarak değerlendiriyorum. Ancak bu nezaketsizlikten daha vahiminin, aday belirleme süreçlerindeki eksikler ve hatalar olduğunu düşünüyorum. Öncelikle Genel Merkez tarafından kapalı kapılar ardında yürütülen çalışmalar, yapıldığı söylenen memnuniyet anketleri, sayısı, yöntemi ve sonuçları usulen ve esasen adil değildir” ifadeleriyle yorumladı. Soyer “siyasi nezaketsizlik” dese de bunun siyaset bilimindeki karşılığı merkeziyetçilik hastalığı olmalı.
CHP’de yine görece bir tartışma kültürü olduğu için parti içi eleştiri ve anlaşmazlıklar kamuoyuna bir şekilde yansıyabiliyor. Ancak AKP’de Murat Kurum dahil olmak üzere hangi adayın neye göre tercih edildiğini partinin genel başkanı dışında birilerinin bilme imkânı dahi yok. Muhtemelen Murat Kurum dahil çoğu aday için de tercih edilmeleri bahşedilmiş bir sürpriz oldu. Benzer durum MHP için de geçerli. İktidardaki bu iki partide aday gösterilmeme karşısında bir itiraz veya homurdanmaya dahi müsaade edilmediği malum. Bunların dışındaki partiler de dikkat çeken bir performans göstermediği için bir kez daha hangi siyasetçinin neden aday gösterildiğini veya gösterilmediğini bilmediği, aday tercihleri açısından şeffaflığın hemen hiç olmadığı bir seçime gidildiğini söylemek mümkün.
DEM Parti ise kendisine yönelmiş her türlü baskı, yıpratma ve kısıtlama çabalarına rağmen tüm ana akım partilere örnek olacak olgunlukta bir aday belirleme süreci yürüttü. Parti, önce aday adaylığı başvuruları aldı, ardından kadın ve erkek adayların kendilerini partililere tanıttığı halka açık ve sosyal medyadan canlı yayınlanan toplantılar düzenledi. Her bir aday bu toplantılarda kendini tanıttı, projelerini anlattı. Adaylar önce adaylıkları konusunda partilileri ikna etmek zorunda kaldı, ardından da son derece çekişmeli ve neredeyse bir genel seçim kadar heyecanlı geçen bir ön seçime girdi. Kamuoyu ön seçimleri de başından sonuna kadar sosyal medyadan takip etme imkânı buldu. Hangi adayın kaç oy aldığı, kimin ikinci tura kalıp kimin elendiği de yine canlı yayınlarla duyuruldu. Mardin adaylarından Ahmet Türk’ün oyların yüzde 49’unu almasına rağmen yüzde 51’i bulamaması gibi birçok kentte çok sayıda aday rakiplerine oranla açık ara önde olmalarına rağmen ikinci tura girmek durumunda kaldı ve ikinci turda da yeni bir seçim heyecanı yaşandı. Nihayet bu turu da geçenler partilerinin yönetimi tarafından aday olarak ilan edildi.
Diğer partiler ağırlıkla merkez yoklaması ile yine genel merkez güdümlü taşra yoklaması yöntemlerine başvururken DEM Parti, yereldeki üyelerinin aktif katılımını sağlayan ön seçim yöntemini uyguladı. Merkez yoklamasının, yani genel merkezin karar aldığı aday belirleme yönteminin gelişmiş demokrasilerin hiçbirinde uygulanmadığı, aksine seçmenin kendi adayını da kendisinin belirleyebildiği ön seçim yönteminin bu ölçüde kamuoyuna açık yapıldığı başka bir deneyim ülkenin yakın geçmişinde yoktur herhalde.
Bunların yanında DEM Parti ve öncüllerinde diğer partilerin aksine yıllardır bildiğimiz anlamda adaylık yarışları veya rekabetleri yaşanmamıştı. Bu yeni deneyimle bazı kentlerde partililer arasında tartışma ve itirazların ortaya çıktığı da görüldü. Bir dönem eş başkanlık uygulamasının faydadan çok zarar getireceğine yönelik kaygıların dile getirilmesi gibi şimdi önseçimle ilgili de benzer kaygıların ortaya çıkması mümkün ve doğal.
Ancak ön seçim yönteminin yerelde partililer arasında gruplaşmalara veya adaylar arasında “yoldaşlık hukukunu” zedeleyebilecek rekabetlere yol açma gibi riskleri bulunsa da demokratik yönetim veya yönetişim becerisi nihayetinde bu “riskleri” göze almakla kendisini gösterir. Bu risklerle ilerlemek de yerelden merkeze siyasi partilerdeki tüm aktörlerdeki demokratik olgunluğu geliştirip pekiştirir. 31 Mart yerel seçimlerinin diğer seçimler gibi ülkenin yakın geleceği üzerinde elbette ciddi etkileri olacak. Ancak DEM Parti’nin büyük bir özgüvenle ve kimi risklerine rağmen yürüttüğü ön seçim deneyiminin bu seçimlerin şimdiden önemli kazanımlarından biri haline geldiğine kuşku yok.
*Murat Yanık, Parti İçi Demokrasi Açısından Aday Belirleme Yöntemleri