YAZARLAR

Yerle gök arasında asılı bir masal

Aragon Kalesi'ni gezmenin en ama en güzel, tadına doyulmayan kısmı, kaleden görünen manzara. Bunun için günümüzde dört yanı manzara terasları olarak adlandırmışlar. Bir yanda neşeyle akıp giden ada hayatına, bir yanda süzülen teknelere, bir yanda uçsuz bucaksız maviliklere bakıp, oydu buydu aman her şeye boşver diyorsunuz; hayat çok güzel, yaşayalım...

Gündem yine ve giderek tatsızlaşan bir yoğunlukta, yazın son günlerindeyiz. Derdin içinde yüzdükçe, konuştukça daha da dert sahibi olunduğundan, bugün biraz uzaklaşalım. Son bir kafa dinlencesine çıkalım ve volkanik bir adacığın üzerindeki yirmi beş yüzyıllık tarih kiliseler, manastırlar, hapishaneler, yemyeşil bahçeler ve harika manzaralar arasında, gökyüzü ve deniz arasında asılı gibi duran Aragon Kalesi, Castello Aragonese d’Ischia’ya gidelim.

Kışı Akdeniz sahilleri paylaşan Instagram hesaplarını gezerek geçirirken görmüştüm ilk Ischia’daki Aragon Kalesi’ni. 1950-1960’larda Brigitte Bardot’dan Elizabeth Taylor’a, Charlie Chaplin’den Marlon Brando’ya dünyaca ünlü yıldızların uğrak yeri olan ada, artık daha çok İtalyanların gittiği, uluslararası turizm cazibesini her nedense kaybetmiş bir cennet. Her nedense diyorum çünkü volkanik adada, hem birbirinden güzel kumsallar hem de birbirinden güzel termal alanlar mevcut. Üzerine bir de tazecik İtalyan mutfağı eklenince, evet, cennet... Matt Damon, Jude Law ve Gwyneth Paltrow’un başrolleri paylaştıkları "Yetenekli Bay Ripley" filminde gördüğünüz ada tam da burası.

Gerilere doğru gidersek, yaşayacaksan 10-18. yüzyıllar arasında Aragon Hükümdarlığı’nda (Aragon Krallığı’ndan farklı olduğunu not edelim) yaşayacakmışsın derim. Bu Akdeniz imparatorluğu, günümüz doğu İspanya'sının büyük bir bölümünü, güney Fransa'nın bir bölümünü ve Balear Adaları, Sicilya, Korsika, Sardunya, Malta, Güney İtalya ve Yunanistan'ın bazı kısımlarına sahipmiş. Deniz, kum, güneş, meyveler, şaraplar, bereketli topraklar anlayacağınız... Aragonların bu ortamda estetik duyguları da hayal güçleri de gelişmiş ki, bugün Ischia adasına köprüyle bağlı, o dönemlerde sadece tekneyle geçilebilen hemen yanıbaşındaki volkanik adacığın tamamına bir kale oturtmuşlar.

O kale, bugün bütün ihtişamıyla Ischia’nın simgesi. Kalenin olduğu adacığın bir tarafı adanın merkezine bağlıyken, diğer tarafı suyun altında bir Roma şehrinin olduğu (ve izinli olarak dalış yapılıp şehrin su altında görülebildiği) Cartaromana sahiline bakıyor, kalan iki kısmı ise bize mükemmel manzaralar bahşeden, teknelerin, kayıkların vızır vızır gelip geçtiği, uçsuz bucaksız görünen Tiren Denizi’ne açılıyor.

İtalya veya İtalyan etkili coğrafyalarda gördüğümüz harika bir gelenek var o da, zengin ailelerin tarihi yerleri satın alarak o alanı aslına uygun restore ettirmesi, ve (burası çok-önemli) otele, başka bir ticari kuruluşa çevirmeyip halka açması. Bir benzerini Lugano’da da gördüğüm uygulamada, aile Lugano’daki kilisenin fresklerinin kurtarılması için milyonlarca euro harcamıştı mesela. İşte Aragon Kalesi de aynen böyle bir uygulama ile ayakta. Zamanında yaklaşık 2 bin kişinin yaşadığı, çalıştığı, ibadet ettiği bu kale, zamanla harabeye dönüyor, hatta 1800’lerde İngiliz ve Fransız işgallerinde bombalanıyor. 1911'de avukat Nicola Ernesto Mattera denizin ortasındaki bu kaleyi devlet emlak ofisinden o dönem 100 memur maaşına eşdeğer bir para olan 25 bin İtalyan Liret’ine satın alıyor.

Ailenin bir sonraki jenerasyonu inanılmaz bir eforla kaleyi restore ediyorlar ve bugün ailenin üçüncü kuşağı kaleyi bir müze ve kültürel alan olarak, üstelik de hala bakımını üstlenerek halka sunuyor. Aragon Kalesi’nin bir kısmını gezmek bedava, bir kısmı ücretli. Kaleyi bir keçi gibi tırmanmanız gerekiyor. Tırmandıkça kiliselere, manastırlara, 1800’lerde hapishane olarak kullanmış avlu ve binaya, birbirinden güzel bahçelere, zeytinliklere ulaşıyorsunuz.

Kale bombalandığı, harap olduğu için elbet binaların içinde eskiden kalan çok bir buluntu yok ama günümüz ressamlarının resimleriyle bir hava katmışlar. Ayrıca biz gezerken kalenin çeşitli alanlarına yayılan bir heykel sergisi de vardı. Kalenin en ilgi çekici alanları, 13-17. yüzyıllara ait fresklerin bulunduğu asiller kripti, kalenin girişindeki ilk oda olan, halen işkence araçlarının da durduğu, resimleri, baskılarla eski işkenceleri görebileceğiniz (hatta detaylı anlatımıyla günümüz canilerine fikir bile verebilecek!) işkence odası ve rahibelerin çile çektiği Lekesizler/Saflık Kilisesi. Ben Efes terbiyesi almış bir insan olarak, rahibelerin çile çektiği, dar merdivenlerden mahzen gibi odalara daldığınız Lekesizler Kilisesi’ndeki tahtlı odaya girdiğimde oranın masumca yöneticiler tuvaleti olduğuna kanaat getirmiştim.

Oturak gibi tahtların durduğu bu oda, Efes harabelerinde yapılan yan yana oturup sindirim sistemi çalıştıralım şakalarına çok uygundu. Gel gör ki, bu odada çok çok acayip bir uygulama varmış. Evet o taht gibi oturaklar oturakmış ama dışkı için değil çürüyüp giden bedeninin içine çökmesi içinmiş! Odada yüksek arkalıklı taş sandalyelere cansız bedenleri oturturlarmış. Et yavaş yavaş ayrışır, sıvılar özel kavanozlarda toplanır ve son olarak kurumuş iskeletler yığılırmış. Bu uygulama, ruhun basit bir kabı olarak bedenin yararsızlığını vurgulama ihtiyacına dayanıyormuş. Cenazeyi reddedenlerin bedenleri, burada çürüyormuş. Yetmedi, daha da acayiplik isteriz derseniz, kaledeki rahibeler her gün oraya ölüm üzerine meditasyon yapmak için dua etmeye giderlermiş. Evet, çürüyen etlerin olduğu odaya. Böyle sağlıksız ve havalandırmasız bir ortamda yani aslında mezarlıkta günde birkaç saat geçirdikleri için ciddi, bazı durumlarda ölümcül hastalıklara yakalanan çok olmuş. E yani...

Ne güzel deniz güneşle başladık, konu nerelere geldi... O zaman bu dehşetengiz olayı unutuyor, kalenin Güneş Yolu’ndan yürüyor, Zeytin Terasları’ndan geçiyor, Güneş Evi’nden denize bakıyoruz. Kaleyi gezmenin en ama en güzel, tadına doyulmayan kısmı, kaleden görünen manzara. Bunun için günümüzde dört yanı manzara terasları olarak adlandırmışlar. Bir yanda neşeyle akıp giden ada hayatına, bir yanda süzülen teknelere, bir yanda uçsuz bucaksız maviliklere bakıp, oydu buydu aman her şeye boşver diyorsunuz; hayat çok güzel, yaşayalım.


Irmak Özer Kimdir?

Sabancı Üniversitesi Toplumsal ve Siyasal Bilimler bölümü mezunu olan Irmak Özer, lisans eğitiminin ardından Atina Üniversitesi'nde Güneydoğu Avrupa Çalışmaları (MA) alanında ve London School of Economics and Political Science'ta Karşılaştırmalı Politika (MSc) alanında iki adet yüksek lisans programını tamamlamıştır. Kültür-sanat alanında uzun zamandır çeşitli mecralara yazılarıyla katkıda bulunan Irmak Özer, hurriyet.com.tr, Art50, Milliyet Sanat, İstanbul Life gibi önemli basılı ve çevrimiçi yayınlarda sergi değerlendirmeleri ve söyleşiler ile katkı sağlamakta ve ilgili platformlarda konuşmalar yapmaktadır. Irmak Özer, kültür-sanat alanında uzmanlaşmak için İstanbul Üniversitesi Kültürel Miras ve Turizm bölümünü (AA) ve Koç Üniversitesi'nde Arkeolojik Varlıkların Korunması ve Kurtarılması sertifika programını tamamlamıştır. Irmak Özer İsviçre'de yaşamakta ve Uluslararası İlişkiler alanında çalışmaktadır.