Yerli hocalar ne kadar iyi?
Yerli teknik direktörler yıllardır Süper Lig şampiyonluğunu kimseye kaptırmıyor ama Avrupa’da adlarını duyan yok. Neden acaba?
Okan Buruk yönetimindeki Galatasaray’ın zaferiyle birlikte Süper Lig’de yerli teknik direktörlerin şampiyonluk serisi 16 sezona çıktı. Tarihte bundan önceki en uzun seri 5 sezon (1997-2001) sürmüştü. 2007’de Fenerbahçe ile ipi en önde göğüsleyen Zico’dan bu yana mutlu sona ulaşan yabancı hoca yok. Ama ilginçtir, aynı dönemde Türkiye doğumlu olup üst düzey Avrupa liglerinde görev alan bir teknik direktör de olmadı. Bu işte bir tuhaflık yok mu?
DEVAMI GELMEDİ
Türk futbolunda 1980’lerin ortasında başlayıp kabaca 25 yıl süren altın çağın – üstyapıda – üç yerli mimarı vardı: Mustafa Denizli, Şenol Güneş, Fatih Terim. Bu üçlü önlerinde neredeyse hiçbir örnek yokken uluslararası başarı peşinde koşup ülkenin futbol ufkunu genişletti.
Terim Galatasaray’la UEFA Kupası’nı kazanıp Fiorentina’ya gittiğinde futbol ortamımıza haklı bir iyimserlik hakimdi. Türkiye’den bir kulüp yerli hocayla Avrupa’da başarı yakalamış, Denizli’nin gevşettiği zincirler Terim’le kırılmıştı. Güneş’in Dünya Kupası üçüncülüğüyle iyimserlik pekişti. Bundan böyle başka kulüpler de Avrupa’da başarılı olacak, başka hocalar da Kapıkule’yi geçecekti.
Kulüp seviyesinde Gençlerbirliği, Gaziantepspor, Denizlispor gibi birkaç güzel serüven yaşandı. Ama teknik direktör ihracatı tek arızi bir durum olarak kaldı. Yurtdışına adım atanlar olsa da hemen hepsi İran, Azerbaycan, Japonya, Güney Kore, Katar, Güney Afrika gibi futbolun merkezinden uzak ülkelerde görev yaptı ve yapıyor. Bundesliga’da çalışmış Tayfun Korkut ve geçtiğimiz günlerde İngiltere 2. ligi Championship’ten Cardiff City ile sözleşme imzalayan Erol Bulut ise Almanya doğumlu. Kısacası Terim’in devamı gelmedi.
HEM MAĞDUR HEM MİMAR
Çünkü gerek kalmadı. Türk futbolu kısa süreli açılımının ardından kendi içine döndü. Aklıma birkaç faktör geliyor. Birincisi, başarılı kuşağı yetiştiren altyapı hocaları ya emekli oldu ya da üstyapının gür sesli muzafferleri tarafından susturulup küstürüldü. Yerleşik bir metodoloji olmadığından kişilere bağlı başarı kişiler gidince berhava oldu. İkincisi, 2000’lerle birlikte futboldaki para çok büyüdü. Haliyle üzerine üşüşen sinekler de çoğaldı ve kulüpleri her şeyden evvel arpalık haline getirdi. Üçüncüsü, yeni kuşak hocalarda öncekilerin hırsı ve cüretkarlığı yoktu, varsa da çok hissedilmedi. Ersun Yanal, Aykut Kocaman, Abdullah Avcı, Sergen Yalçın ve Ertuğrul Sağlam gibi başarılı hocalar çıktı ancak Kocaman hariç hepsi Avrupa’da büyük hayal kırıklığı yarattı. Üstelik onlar en iyilerdi.
Oyunun teorik gelişimine de ayak uydurulamadı. Dünyaya anlatılacak, pazarlanabilecek, fark yaratabilecek bir oyun üretilemedi. Nadiren böyle bir oyun yakaladıklarında ise bunu kavramlaştıracak dil ve iletişim becerilerini geliştirmeye tenezzül etmediler. Türk futbolunun idari sorunlarını tek tek, bölük pörçük basın toplantıları haricinde dile getirmediler. Ne etkin ve etkili bir meslek kuruluşu inşasına meylettiler, ne yönetenler tarafından haksızlığa maruz bırakıldıklarında çıkıp kolektif bir açıklama yaptılar. Neticede mağduru oldukları sistemin biraz da mimarı haline geldiler ve beklenen sıçramayı yapamadılar.
ÇÖK KAPAN TUTUN!
“Yerli ve milli” söylemi de eylemsizliğe konfor sağladı. Özellikle 2010’larla birlikte siyasal iktidarın ağzıyla konuşmaya başlayan spor camiası “Bizi biz biliriz”, “Ligi bilen hoca lazım”, “Hoca dediğin oyuncunun ne dediğini anlayacak”, “O da kimmiş”, “Bilmem ne takımı Fener’den büyük mü?” gibi kerameti kendinden menkul argümanları amentü belleyip bunlara tutundu.
Halbuki kadroların, başkanların, hocaların, hatta mevcudun değiştiği Süper Lig zaten bilinebilecek bir organizasyon değildi. Yani bu ligi kimse bilemezdi. Dahası, yabancı hocalar burayı bilmeden de görev yapabilirdi, hatta bizim yöntemleri bilmemeleri daha bile hayırlı olurdu. Aslında basitti: Bilmeyen bizdik. Dünyayla iletişim kurmayı bilmiyorduk. Ve evrensel ölçütleri unuttukça bizden hiçbir farkı olmayan insanlara “adamlar” diye diye gerçeklikten uzak, yerli ve milli hapishanemize kapandık. Kimsenin konuştuğu dili anlamaz olduk.
İşimize de geldi. Ne yaparsanız yapın tercih ediliyorsanız, yabancı hocalar sizin ağzınızı açmanıza bile gerek kalmadan tuhaf bir düşmanlıkla savuşturuluyorsa, büyüklerden birinin başına geçtiğiniz anda ister istemez şampiyonlukla aranızda çok kısa bir mesafe kalıyorsa kendinizi daha fazla zorlamanıza gerek kalmıyordu.
Neticede tuhaf bir durum ortaya çıktı. Eskiden Anadolu kulüplerinde görülen sirkülasyon büyüklere sıçradı. Futbolun Figüranlar Kahvesi’nde geçmişte sadece Yılmaz Vural, Mesut Bakkal, Hikmet Karaman gibi hocalar oturuyor, kim çağırırsa gidiyor, sürekli de çağırılıyorlar, hatta bu yüzden bazen haklı bazen haksız biçimde küçük görülüyorlardı. Bugün şampiyonluk adayı hocalar için de aynısı geçerli.
Denizli, Terim, Güneş, Avcı, Yanal gibi isimlerin hepsi dört büyükler + milli takımdan oluşan büyülü beşlinin en az ikisinde ve çoğu zaman birden fazla kez görev aldı. Örneğin Fenerbahçe için yine Sergen Yalçın, Abdullah Avcı veya takımda daha önce görev yapmış İsmail Kartal gibi isimlerin geçmesi sürpriz değil. Anadolu’da parlayan isimler ise çoğu zaman büyüklerin müesses nizamiye kapısında kaldı.
Bu tavırla büyüyen ağaçlar genelde meyve vermiyor. Milli takımın da pek tadı yok. Stefan Kuntz saygıdeğer bir futbol insanı olabilir ancak 85 milyonluk bir futbol ülkesinde “kutup” olarak görülecek bir teknik direktör olmadığı aşikar. Peki elimizde net daha iyi bir seçenek olduğunu söyleyebilir miyiz? Lütfen yine Terim ve yine Güneş demeyin.
UMUT YOK MU?
İyi de Türk futbolu zaten “Nerem doğru ki?” diye bağırmıyor mu? Futbolcular, yöneticiler, hakemlerin, hatta medya ve taraftarın ortalaması belliyken hocalardan niye daha fazlasını bekliyoruz?
Teknik direktörler bu soruyu sormakta kısmen haklı olabilir ama haklı olmaları sorunu çözmüyor. Çünkü şartları ne kadar olumsuz olursa olsun fark yaratması en kolay konumda bulunuyorlar. Gerek oyuncu geliştirerek gerekse bütçenin üzerinde sonuçlar alarak tamamen paraya bağımlı olmadan değer yaratabilecek bir roldeler. Bize yakın seviyedeki Portekiz, Hollanda, İskoçya, Belçika gibi liglerde yetişen hocalar Avrupa’nın beş büyük liginde cirit atarken buradan tek bir kişinin bile çıkmamasını sadece menajer etkisiyle açıklamak aynı tembelliği yeniden üretmekten başka işe yaramıyor.
Adaylar yok değil. Okan Buruk, Çağdaş Atan gibi oyunculuk döneminde konfor alanını terk edecek cesareti göstermiş ve bugün makul futbol oynatan isimler gidişatı değiştirebilir. Bugün yurtdışında forma giyen bazı futbolculardan da ümitliyim.
Öte yandan bu kadar az aday olması bile daha büyük bir değişimin şart olduğunu gösteriyor. Gelgelelim “değişim” dendi mi hepimizin eli ayağı titremeye başlıyor. Yabancı hocalara verip veriştirirken aslan kesilenler konfor alanından çıkma ihtimali belirdiği anda koşup kapının arkasına saklanıyor.
Teknik direktörlük için futbolcu lisansını şart koşmak, antrenörlük kursları için astronomik ücretler istemek gibi uygulamalardan vazgeçerek liyakate doğru ilk adımlar atılabilir. Türkiye’de futbola meraklı, dünyaya aşina, gerekli eğitimi almış veya alabilecek on binlerce genç var. Yönetenlerle arasını iyi tutmaktan başka vasfı olmayan torpilli eski futbolcuların zembille indiği kulübelerde yeni isimlere yer açılırsa yıllar içinde bu gençleri ihraç edip uluslararası rekabete katılabilir, gerçekten ne seviyede olduğumuzu ölçebilir, daha fazlası için çabalayabiliriz. Aksi halde Süper Lig’i yüz sezon boyunca yerli teknik direktörler kazansa bile elimizde anlamlı bir veri olmayacak.
Başa dönelim: Yerli hocalar ne kadar iyi?
Test edilmedikleri için bilmiyoruz. Ve bu, yerli hocaların kötü olmasından çok daha kötü…