'Yeşil bir bayırdan aşağı koşma' ya da 'Köstebek Yolları’nda gezinti
Günay Çetao Kızılırmak’ın öykü kitabı 'Köstebek Yolları', İletişim Yayıncılık tarafından yayımlandı. Kitap, olanakların yittiği ve nefesin tükendiği insanların hayatlarına değiniyor.
Yağmur Yıldırımay Bayrakçı
Günay Çetao Kızılırmak’ın İletişim Yayınları tarafından çıkan kitabı 'Köstebek Yolları', bu yazının başlığını koymama vesile olan duyguların öykülerinden mürekkep; yuvarlanmaların, koşmaların, durmaların… Öykü kişilerinin etrafında, kendilerini rahatsız eden, üzerlerinde otoritesini hissettiren birçok şey var: İşsizlik, terk edilme, yas, erkek tahakkümü… Fakat tüm bunların yanında, hayatın olağanlığı içinde, sahici kederlerini yanına alan insanların yeşil bir bayırda koşması ya da bir düşte kendini seyretmesi de var. “Elleri ceplerinde, başı omuzlarının içine kaçmış gezeleyen” bu insanlar, düştükleri yerden kalkmıyor; kaldıkları yerden aşağıyı boylamıyor. Hayat karşısında tahtadan bir kukla değiller belki ama bir ipin kendilerini bir o yana bir bu yana hareket ettirmediğini söylemek de doğru olmayacaktır.
Öykülerin “bir zerre neşeye” vâsıl olan tarafı da bu, kaçmanın gayet makul bir plan olduğu gerçeğine sırt çevirip durmak ama bu planı cepte taşımak; karnavala katılmak, ölçmek-biçmek, ama dünyanın alelade bir yer olduğunu da unutmamak… Kısacası, yaşamak için gün ışığına ihtiyaç duymadan sıcaklığı hissedebilmek, dar ve karanlık yollarda.
DERİNLEMESİNE KAZIP AYA TIRMANMAK
On bir öyküden oluşan 'Köstebek Yolları’nın ilk öyküsü “Uzak”, öykü karakteri Selin’in “beter ve dönüşsüz bir şekilde” kaybolduğu, zihninin bulandığı bir yolculuğu anlatıyor. Bu yolculukta Selin, acısını dindirmek için yaşadığı ülkeden ayrılıyor ve “gerçek” ile “o anki” Selin’in panoramasını çiziyor. Herkes kadar riyakâr, herkes kadar zavallı olduğunun bilincinde bu “ben yaratma” yolunda. Keyif veren taraf, kendini yabancılayabilmesi. İyi taraflarını da kötü taraflarını da görüyor. Eski ülkesinin insanlarını özlüyor ama olduğu yerin dilini öğrenmeye çalışarak bir arpa boyu yol almayı garipsemiyor. Bitimsiz bir aşk ile lanetlendiğini düşünerek klişeleri çiçek dürbününe döküyor; çevirdikçe boş uğraşlarını gördüğü ama yeşermekten de vazgeçmediği.
“Ev” öyküsü de bu garipsememe halinin bir başkası. “Ben bir evim. Onlarca çarşafım ve havlum var, buram buram iç kokuyorum,” diye başlıyor öykü. İçinde bir aile yaşıyor, dışarıdan gelen amca Muhsin ile. Muhsin, bu öykünün garipsemediğimiz tarafı. İşsiz, ağabeyinin evine geçici olarak gelmiş. İnsanların damdan düşer gibi kendini anlattığı, hiçbir meraka ve gizeme mahal vermeden konuştukları dünyada sessiz biri. Evin sessizliğine, mazisine, içinde kırılan birçok hayale ortak oluyor Muhsin, anlatıcısı “ev” olan bu öyküde. Ve biz, “ev”in neresi olduğunu sorgulamaya başlıyoruz. İçeride olmak ile içinde olmak aynı şey mi?
'DÜNYANIN OPTİK İLLÜZYONLARINI TANIYACAK KADAR UZUN SÜRE YAŞADIM'
Aranan en büyük hakikat kimde? Ya da nedir bu hakikat? 'Köstebek Yolları’nda bunun cevabını bulmak zor. Çünkü bir şey bulmak, cevap vermek; bulunduktan kısa süre sonra unutulan -insanlık hali-, insanı kendine döndüren, hayatı imkânsızlaştıran, sonra tekrar arayışa sokan bir şey. Gardınızı alsanız da sabaha onların yerinde yeller esebilir ama siz dünyanın illüzyonlarını yeterince tanımışsınızdır, bu sebeple üzülmek, böyle “entipüften” şeylere takılmak yok. “Elinden geleni yapıp doğru bir noktada pes etmeyi bilmenin ferahlığı” içinde olan insan, baştan almak ister ve baştan almalar çoğu zaman bir düş dünyasına açılır. “Her Şeyin Tam Tersi” öyküsü bu düşün ilmek ilmek işlendiği, sınırların muğlaklaştığı, bazen zulmete bazen vahdete varan bir öykü.
TARİH ÖNCESİ YABANİLİK
Başkarakter gazetede çalışıyor ve bir yazısı dizisi hazırlamak için seyahate çıkıyor. Gittikten kısa sonra gazete iflasını açıklıyor ve karakteri işten çıkarıyor. “İnsanların yoksulluk dinlemeyen arsız ihtiyaçları,” vardır diyor karakter, böyle bir ortamda işsizler ordusuna girmek canını sıkıyor. “Karşı kıyıya” atıyor kendini, yaşadıklarının tam tersinin yaşandığı, hayal ettiği o kıyıya. Bu kıyıda evden taşınmasını isteyen babası yok, sektörden tanıdıklarının kapısını aşırdırma yok. “Tarih öncesi bir yabaniliğin tadını çıkarmaktır” ümidi. Ormanda yürür; yeşil iyidir. Ama tabii bir insanın otuzundan sonra bunalıma girmesinin de imkânsız olduğunu bilir. “Hayatının içtimai ve insani bakımdan içinde döndüğü girdap daimi” görünür, gerçekliği yitirdiğimiz nokta tam da burasıdır. Hangisinin hayal hangisinin gerçek olduğuna okurun kendisinin karar vermesini ister yazar.
KİMİNE ÖLÜM KİMİNE KALIM MESELESİ: YAS
“Doktor ve Ben” ile “Ölenin Ardından” öykülerinden yas süreci, iki kadının yaşadığı hayatın muhtelif yönlerinin irdelendiği öyküler. İlkiyle başlayalım. “Doktor ve Ben”, savaştan kaçmış ve ölümün kendisi dışında bir şeyi hatırlamayan kadının hayatını anlatıyor. Kim olduğunu bilmeyen kadın, savaşın son senesinde bir doktorla tanışıyor ve “bulutların leylak rengi gök kubbeden usulca akıp gittiği bir akşamüzeri” evleniyorlar. Buraya kadar her şey güzelmiş gibi; savaştan kurtulmuş, evli, mutlu bir kadın var fakat kadın bu durumdan rahatsız.
Unuttuğu şey "her neyse” canını sıkar, eksikliğini hissettiği bir şeyler vardır. Belki bir şeyleri unuttuğunu bilmese, bu “tamamlayamadığı yas”ı da yaşamayacaktır. Hatırlayamadıkça üzülmesinin, yas tutamamasının boşluğunu hissetmesinin kendisi bir yerden sonra yas halini alır; tutamadığı yas, bir ölüm hali gibidir çünkü şöyle der kadın: “Önce çocuğumu doğuracağım, sonra belki kendimi doğururum…”
“Ölenin Ardından” ise “Allah’ın emri olması dışında makul bir tarafı olmayan” ölümün, bir “kurtuluş” halini almasını anlatır.
ÖLENİN KURTULDUĞU YER
Başkarakterlerden Mehtap’ın ağabeyi ölür. Mehtap, arkadaşı Esma ile konuşurken ağabeyini sevmediğini, kötü biri olduğunu söyler. Çünkü ruh hastasıdır. Baba öldükten sonra “evin erkeği” olan ağabey, annesine bile el kaldırmıştır. Hak etmiştir yani. Bu sebeple Mehtap, evdekilerin “yaslı” gününde arkadaşı ile dışarıda olmayı tercih eder, onun için artık bu ağabeyin ölmesi yaşamdır çünkü. Şöyle der arkadaşına: “Ölünün arkasından da ileri geri konuşuyorum ama zaten ölünün arkasından açık açık konuşulabilsin diye ölüyor ölürler…” Bu cümlesiyle ölümün kutsallığını bir kenara itip evin yasına dahil olmamayı tercih eder. Ölenin kurtulduğu yerde o da kurtulur.
'Köstebek Yolları', olanakların yittiği ve nefesin tükendiği insanların hayatlarına değiniyor. Köstebek yolları hanlara da çıkabilir zindanlara da, bilin diyor. Yağmur yağıyor, ama rahmet, yolları kesmiş olabiliyor. Su dibinin sağır sessizliği kulağınızı delebiliyor. “Başlamanın değil de sürdürmenin zor olduğunu söylerler” ya, sürdürmenin kendisi oluyor bu öyküler. Oradan oraya savuruyor. Bu “sürgün”ü ceza olarak görmek de sizin elinizde, “körpe bir dal” olarak da.