‘Yeşilçam’a giriş…
“Yeşilçam”, dönemi farklı yorumlamakla nostaljiyi yeniden üretmek arasında dururken tonuna karar veremiyor. Ama iki bölüm itibarıyla memleket vasatının üzerinde bir yapım olduğunun altını çizelim...
Geçmişe dair bir anlatı niye inşa edilir? Bu soruya birçok cevap verilebilir kuşkusuz. Bu cevaplardan birisi bugüne dair bir şeyler söylemek için olabilir. Bir diğeri, geçmişe dair doğru bilinenlerin yanlış olduğunu göstermek içindir belki. Geçmişin o parçasına dair algıyı yeniden inşa etmek ya da dağıtmak da cevaplardan birisi. Ama olmaması gereken geçmişi yeniden inşa etmek, geçmiş gibi bilineni ısıtıp seyircinin/okurun önüne koymak olmalı.
Henüz iki bölümünü izleyebildiğimiz BluTv yapımı “Yeşilçam” bütün bu cevapları ve belki çok daha fazlasını içinde barındırıyor. Levent Cantek ve Volkan Sümbül’ün kaleme aldığı senaryodan Çağan Irmak’ın çektiği dizi, 60’lı yılların ilk yarısında açılıyor. Darbenin etkilerinin bitip, 1964’te İstanbul Rumlarının zorunlu göçünden önceki zaman aralığına…
“Yeşilçam” denilince aklımıza birçok şey gelebilir. Aşırılık bunlardan birisi örneğin, acımasız rekabet de öyle… Sonsuz emek sömürüsü, bir o kadar da duygu sömürüsü. Ama aynı zamanda sinema aşkı ve sevgisi. Hikayenin ana karakteri Semih Ateş, batmış bir yapımcı. Yeşilçam şöhreti eşi Mine Cansu’dan ayrılmış, belli ki ‘sonradan görme zengin’ ortağından kazık yemiş, büyük oyuncuların sofrasına meze olmuş birisi. İstiklal Caddesi’nde başlayıp revü kızlarının dans ettiği bir gece kulübünde biten açılış sahnesinden dizinin vaatlerinden birisinin yalnızca Yeşilçam’ın değil, çağın aşırılıklarını göstermek olacağı hissine kapılıyoruz. Açılış sahnesinin finalinde azgın rekabetin, bel altı vurmaların, aç gözlülüğün dönemin sinema piyasasında nasıl da kendisine yer edineceğine dair ipuçları da görüyoruz.
Sonra Kıbrıs sorunu yüzünden Rum vatandaşların giderek artan geriliminin ipuçlarını, karanlık bazı devlet erkânının ortalıkta arzı endam etmesini, komünizm paranoyasını ve tabii ‘küçük Hollywood’ olma rüyasını da. En nihayetinde Yeşilçam’ın çok değil 10-12 yıl sonra tekleyecek kalbinin gümbür gümbür attığı, en uzun mesafeleri en kısa sürelerde koştuğu, yılda 300 film, yüz milyonlarca seyircili zafer yıllarının tam arifesi.
Yazının girişine dönersek. Yeşilçam bugüne dair bize ne söylüyor? Belki ilerleyen bölümlerde daha net görebileceğiz ama seyirciye sürekli aynı ürünü vererek kısa yoldan kar etme hayaliyle kendi kuyusunu kazan Yeşilçam’ın bugün ile çok ortak noktası olduğu kesin. Ve evet bazı noktalarda bunu hissetmek de mümkün. Yeşilçam’ın üretim süreçlerine dair gerçekçi bir yaklaşım sunmaya çalışıyor bir yandan. Çalınan senaryolar, kandırılan oyuncular, birbirinin kuyusunu kazan yapımcılar, muhbirlik yapan çalışanlar, yalan yanlış yazan magazin basını vb. Bütün bunların yanında dönem nostaljisini yeniden inşa etmekten de geri durmuyor dizi. Yani girişte andığımız bütün cevaplar mevcut. Mevcut olmayan bütün bunları bir araya getirecek tutarlı bir ton. Hikaye açılıştaki aşırılığa mı, Yeşilçam’da iş yapma biçiminin karanlığına mı, Yeşilçam’a yönelik nostalji hissine mi nereye gideceğine karar verememiş bir hal seziliyor ilk iki bölüm itibarıyla.
Dizide Yeşilçam’ın ‘kötü’ yüzü hayali karakterler aracılığıyla anlatılırken, hikayeye yerleştirilen gerçek karakterler üzerindeki ‘hale’ye dokunulamıyor, onların kutsallığına bir halel gelmemesine özen gösteriliyor. Tam burada karşılaştırmak için değil ama örnek olması bakımından David Fincher’in “Mank” filmini anmakta yarar var. Zira film Hollywood’un bir dönemine bakarken hiçbir gerçek isme acımadığı gibi Orson Welles gibi bir sinema efsanesini de harcamaktan imtina etmiyor. Hazır girmişken bir örnek daha verelim; Hollywood’un iki büyük ikonu Joan Crawford ve Bette Davis’in rekabetini anlatan “Feud”u düşünelim. Hem karakterlerin hem dönemin hem de sektörün bütün aşırılıkları seriliyordu gözler önüne. Diyeceğim şu ki, Ayhan Işık ve Atıf Yılmaz ile ilgili bir şey söylemeyecekseniz dizinizde bir karaktere dönüştürmenize de gerek yok. Onları anıştıracak başka hayali karakterler yaratabilirsiniz. Çünkü eğer Yeşilçam’ın karanlığını, aşırılıklarını, rekabetini anlatacaksanız bu karakterleri işin içine katamayacağınız için “onlar iyi ama çevreleri kötü” demek zorunda kalırsınız bir süre sonra. Dediğim gibi bu iki yapım ile Türkiye’deki yaratıcıların koşullarının birbirinden farklı olduğu ortada. Ama bunlar ve benzeri yapımlar yöntem açısından oldukça iyi birer örnek.
İşte tam bu noktada senaristlerin, yönetmenin ve muhtemelen yayıncının üzerindeki seyirci vasatı ezberinden başka bir cevap gelmiyor akıllara. Çünkü cesaretle girilmiş, heyecanla başlanmış birçok işin “ana akım televizyon seyircisi vasatı”nın her alanı belirleyen gölgesi altında yontula yontula ıslah edildiği örnekler biliyoruz! “Yeşilçam” bu tür kimi hassasiyetlere feda etmiş gibi sanki bazı yönlerini.
Öte yandan Türkiye’de ‘dönem işi’ denilince bir gün önce terziden çıkmış kıyafetlerin geçit töreni anlayışı burada da çıkıyor karşımıza. Sanki dönemin İstanbul’unda herkes “efenim bizim zamanımızda insanlar Pera’ya…” diye başlayan cümleler kuran cemiyet insanı olarak görülüyor. Bir gün önce sanat ekibinin terzisinin elinden çıkmış gıcır gıcır kumaşlar, sokakta simit, gazete satan figüranın bile üzerinde ışıl ışıl parlıyor. Türkiye’de dönem dizilerinde kimse yoksul görünmüyor. Oysa bizim bile çocukluğumuzun en masum yalanlarından birisiydi annelerimizin söylediği “yamalı giymek ayıp değil, kirli giymek ayıp” sözü…
Ve fakat bütün bunlar memleket şartlarında “Yeşilçam”ın kalburüstü bir dizi olduğu gerçeğini de değiştirmiyor. İkinci bölümün girişinde biraz uzunca tutulmuş yarışma bölümü hariç gayet iyi akan, Çağan Irmak’ın nostalji hissini sömürmeyen yorumuyla kendisini ayıran, Çağatay Ulusoy başta olmak üzere, Afra Saraçoğlu, Bora Akkaş ve Nilüfer Açıkalın ile birlikte oyuncuların işlerinin hakkını verdiği bir yapım “Yeşilçam”. Hatta senaristlerden birisinin Levent Cantek olmasından mıdır nedir yer yer çizgi roman havası veren, öyle de yapılsa olurmuş dedirten bir dizi için, “acaba böyle mi tasarlansaydı” diye akıllara soru bile düşüyor.
Bitirmeden notumuzu düşelim, bütün bunlar ilk iki bölümün ardından diyeceklerimiz. Yeni bir sözümüz varsa dizi bittiğinde ekleriz tabii ki. Ama “Yeşilçam” hem hikaye olarak hem de yapım olarak riskli iş. Umalım her iki anlamda da başarıya ulaşır ve seyircinin ilgisine mazhar olur. Benzer ve daha cesaretli işler için yapımcıları, platformları ve yaratıcıları yüreklendirir.