Yeşilçam’ın tek yapraklı goncasıydı: Sevda Ferdağ
Yeşilçam’ın yaşayan tarihiydi; Cihangir’de Akarsu Yokuşu’nda da sinema tarihinin salınan yıldızı misali yürürdü. Çiçekleri çok severdi; papatyaları, nergisleri. Bir de zeytinyağlı enginarı.
“Sevda Hanım deme bana artık. Yoruldum ‘Sevda Hanım’dan.”
“Ne diyeyim size? Abla dememi istemezsiniz, Sevda hiç diyemem.”
“Kızımsın sen benim. Anne de artık.”
Üç yıl kadar önceydi bu konuşmamızı yapalı. O günden sonra ona ‘anneciğim’ demeye başladım.
2010 yılının Nisan ayında Cihangir, Coşkun Sokak’a taşınmıştık Asyak’la birlikte. Apartmanın merdivenlerinden sokağa tırmanınca, geniş cephesi olan apartmanın ikinci katında Sevda Ferdağ oturuyordu. İlk günden, o başında havlusuyla pencereye çıkardı, ben penceresinin altından geçerdim, birbirimize el sallamaya başlamıştık.
Sevda Ferdağ, apartmanın hemen yanındaki Cafe 21’de otururdu. Benim gözümde büyük bir sinema aktristiydi o. Yeşilçam’ın yaşayan tarihiydi; nitekim Cihangir’de Akarsu Yokuşu’nda da sinema tarihinin salınan yıldızı misali yürürdü. O günlerde sinema yazarı Mesut Kara’nın Agora Kitaplığı’ndan, arka kapağında Sevda Ferdağ ile Yılmaz Güney’in birlikte oynadıkları Kahreden Kurşun filminden bir fotoğraflarını siyah-beyaz olarak bastığımız Yeşilçam’da Unutulmayan Yüzler - Starlar kitabını çıkarmıştık. Elimde kitabın bir nüshası, Cafe 21’de yanına koşturduğum ânı hatırlıyorum.
Sevda Ferdağ yüzüme bakıp, “Napıcam ben seninle?” dedi.
“Yanınızdan ayırmayın, yeter,” dedim ben de.
Böyle başladı dostluğumuz. 1941 doğumluydu. Şimdi böyle yazdığımı okusa bana çok kızar, saçımı çekerdi ama, babamla aynı yaştaydı. Birkaç gün sonra o da bana, Burçak Evren’in yayına hazırladığı Dişi ve Asi: Sevda Ferdağ kitabını armağan etti. Sonraki günler ve haftalarda Cafe 21’de birlikte oturur olduk. Kimi gün Firuzağa Kahve’ye yürüdük kol kola, kimi gün o tek başına, Turnacıbaşı Caddesi’ndeki kitabevimiz Mesele Kitapçısı’na geldi. Hatta bir gün, kitabevinin önündeki magnet tablasının önünde uzun uzun magnet’leri seyretti. Boris Vian’lar, Yaşar Kemal’ler, Edith Piaf’lar, Türkan Şoray’lar, kimler kimler. (Yeşilçam’ın ‘dört yapraklı yoncası’ arasında geçmiyordu adı, ama en az onlar kadar emeği vardı, kahrını çekmişti Yeşilçam Sineması’nın.)
Derken, fısıldar gibi beni süzüp, “Türkan’ın her şeyi var,” dedi.
“Sevda Hanım, müsaadeniz olur mu, sizin de bir magnetinizi yaptırabilir miyim?”
“Olur ama, Ara’nın (Güler) Maçka Parkı’nda çektiği bir fotoğrafım var. Onu bul, o fotoğraftan yaptır, yoksa gözüm görmesin seni,” diye cevap verdi.
Aradım taradım, fotoğrafı buldum. Magnetleri yaptırdık. Gözlerindeki mutluluğu unutamıyorum. Küçük şeylere sevinirdi.
Sigarayla rakıyı çok severdi. Bir insana sigara içmek bu kadar mı yakışır? Koah’sından çok çekiyordu oysa. Nişantaşı’ndaki kaçak sigaracıdan az paket taşımadım ona. Bir vakit, Nişantaşı’ndaki fizik tedavi kliniği, Göztepe’de başka bir hastane, doktor kontrollerine de kol kola gitmeye başladık. Göztepe’den bir kontrolünden çıktığında bizi hastaneden üstü açık spor arabasıyla, yeğeni Beklan almıştı. Beni akşamları Boğaziçi Üniversitesi’nde devam ettiğim İngilizce kursuna bıraktılar. Şimdi o üstü açık spor arabayla Boğaz’dan geçişimiz ve beni üniversitenin kapısına bıraktırışı rüya gibi geliyor.
Bir gün Asyak’la ben, üçümüz, hovardalık yapalım deyip, vapurla Kadıköy’e geçtik. Moda’da Koço’ya yürüdük. Salınarak yürüyüşüyle İstanbul’dan bir afet geçiyordu sanki. Koço’nun masalarında eski dostları aradı gözleri. İkimiz de ayrı ayrı hüzünlendik, ki aynı ânda hüzünlenmeye hiç gelemezdik. Kaçar gibi döndük mahallemize, Cihangir’e.
Kuaförümüz bile birdi; saçlarımızı boyatmaya Musti’ye, maniküre ise Şenel’e giderdik. Hiçbir manikür bizi mutlu etmezdi. Boyalarımız hep bir ton koyu çıkardı. Suratımızı sallar, Firuzağa Kahve’nin yolunu tutardık.
Beni ilk defa Çiçek Bar’a o götürdü. Çok severdi orayı. Bir gün, yine üçümüz, şöyle bir bakıp çıkma niyetiyle Çiçek Bar’a gittik. Kapıda Tarık Akan’la karşılaştık. Ben heyecandan titremeye başladım. Tarık Akan’ı çok severdim, Kadir İnanır’a âşıktım. Bizi Tarık Akan’la tanıştırdı; elimi uzattığımda titremem geçmemişti. İkisi çok yakın arkadaşlardı. “N’aber orospu?” dedi Tarık Akan. Yadırgamamıştım; çünkü çok uzun yıllara dayanan dostluklarında aralarındaki bu tür seslenişler onlar açısından çok yerleşik, doğal bir hitaptı. Sevda Hanım da bunu duyunca Asyak’la ikimize dönüp, “Çocukların yanında söyleme böyle şeyler,” demez mi?
Tarık Akan’ı sevgiyle anardı hep. Bir gün ikisi, trafiğin henüz açık olduğu zamanlarda Beyoğlu’ndan Tarık Akan’ın kullandığı bir arabayla geçerlerken Sevda Ferdağ, “Ben eskiden çok canım çekerdi, ama bu Beyoğlu çikolatalarından alamazdım,” demiş. Tarık Akan da arabayı yana çekip, aldığı paket paket çikolataları kucağına bırakıvermiş. Bunu bildiğimden ben de yolum düştüğünde bir gün Kurtuluş’taki Üstün Palmie Pastanesi’nden likörlü çikolata alır, öbür gün İnci Pastanesi’nden profiterolle giderdim evine.
Sevda Ferdağ’ın sahnede çok kazandığı o yıllarda, bir dönem nişanlı kaldığı Tamer Yiğit, “Sevda, kazanırken mülk al,” deyince Cihangir, Sormagir’de Manço Palas’ta bir daire satın almış. Çalışmadığı zamanlarda para sıkıntısı yaşamadığı için o halinden memnundu, ben de bundan bahsettiğinde kendi payıma onun adına mutluluk duyardım.
Sanıldığının aksine, sektörüyle pek içli dışlı değildi. Film çekerken de sahnelerde şarkıcılığa soyunduğunda da hep seçici olmuştu. Çekim sırasında herhangi bir hayranının ya da set ekibinden bir arkadaşının fotoğrafını çekmesinden nefret ederdi. “Bu yüzden çok telefon kırmışlığım vardır,” derdi. Aslında günlük hayatında da fotoğrafının çekilmesini çok tercih etmezdi. Hatta bir fotoğrafımızı Osi kahvenin önünde biz ayaküstü sohbet ederken, habersizce çekmişti de, “O susan kocan ne ara çekti bunu, çok seviyor olmasam biliyorum ben yapacağımı,” demişti. Hep çekinirdim ondan; bilirdi.
Sağlığında onunla bir nehir söyleşi yapmayı çok arzu ettim. Kendimden bıktırıncaya kadar da bu arzumu yineledim. Ne ki, “Anlatırsam çok insanın canı sıkılır,” deyip reddederdi isteğimi. Başkurt Sokak’ta teras katımıza (merdivenleri küfrede küfrede çıkarken) geldiği gibi, Sarıyer’e taşındığımızda Arıköy’deki bahçeli evimize de misafir oldu. “Artık İstanbul’dan bu kadar uzaklaşmıyorum,” diyordu. Bunun tek istisnası, yazları Tarık Akan’ın Akyarlar’da deniz kenarındaki taş evine misafir olmasıydı.
Kendisi, “Benden sonra anlatırsın,” dediği için bir-iki anekdotu paylaşabilirim diye düşünüyorum: Üç-dört yıl kadar önceydi sanırım, Türkan Şoray aramış kendisini, “Çekmeyi planladığım filmde oynar mısın?” diye ricada bulunmuş. Sevda Hanım aslında artık hiçbir şeyde oynamak istemiyordu. Ama onu kırmamak için teklifini kabul etmiş. Aynı gün sonraki saatlerde Türkan Şoray bir daha telefonla aramış, “Sevda, ben vazgeçtim, sen oynarsan ben seni kıskanırım,” demiş. Sevda Hanım da hiçbir şey söylemeyip telefonu kapatmış. Film çekerken de şarkı söylerken de kıskanılan bir kadın olmuş hep.
Yine bana anlattığı, Yılmaz Güney’le ilgili anekdotu da şöyle: Bir film çekimi esnasında Sevda Hanım o yıllarda kalın kara kaşlı bir genç kız. Ajda Pekkan onu kucağına yatırmış, Sevda Ferdağ’ın kaşlarını adeta bir yay gibi inceltmiş. Yılmaz Güney de bunu görünce öfkelenmiş, “Sevda, Ajda’nın bunu sana yapmasına nasıl izin verirsin?” diye çıkışmış: “Kaşlar küser, bir daha çıkmaz.” Gerçekten de Sevda Ferdağ’ın kaşları küsüyor, hep ince kaşlı bir kadın oluyor.
Benim onu tanıdığım yıllarda yaş almış bir kadındı. Yolda onu tanıyıp, “Aa, siz hâlâ hayatta mısınız?” diyen kadınlara, “Kocalarınız da benim hayranlarımdandı,” diye gayet güzel cevaplar yetiştirirdi. Fakat ince kalbinin kırıldığını da sezerdim.
İngiltere’ye taşınmaya karar verdiğimizde çok üzülmüştü ama, Asyak’ın eğitimi için iyi olacağını düşündüğümden bana hoşgörülü davranmıştı. Asyak’ın tiyatro okumasında çok ısrarcıydı. Yoksa Cihangir’den Arıköy’e taşınırken beni affetmesi için bir buçuk ay kapısını aşındırmam gerekmişti.
Çiçekleri çok severdi; papatyaları, nergisleri. Bir de zeytinyağlı enginarı, mutfağına girip pişirmeme izin verir sonra koltuklarımızda karşılıklı oturur yerdik. Soğuk algınlığına yakalandığında tarhana çorbama da tahammül etmişliği vardı. Yalnız uyuyamadığı için her zaman evinde yirmi dört saat yardımcısı olurdu. Ama o yemeklerini Cafe 21’den yerdi. Türk kahvesini bile kafede pişirip kapısına getirirlerdi. Burada onları anmadan olmaz. Cafe 21 devredildi, başka bir isimle yoluna devam etti, ama Sevda Hanım’a yakınlıklarıyla birlikte devredildiğini biliyorum.
Selim İleri yakın dostuydu. Her yeni kitabı çıktığında imzalı bir kopyasını muhakkak ulaştırırdı.
Simone Signoret’nin yazdığı, ona Feyzi Tuna’nın armağan ettiği Özlemin Eski Tadı Yok kitabını Sevda Hanım’ın kütüphanesinden okumuştum.
Ahmet Mekin’le de Sevda Hanım sayesinde, Cafe 21’de tanışmıştım. İkisi çok yakın dostlardı. Sevda Hanım’la yakından ilgilenmeme çok seviniyordu; Ahmet Mekin’in bunun için bana zarifçe teşekkür etmesini hiç unutmuyorum.
İngiltere’den İstanbul’a geldiğim zamanlar otelde kalmama gönlü razı olmazdı. Evinin arka odasını bana ayırmıştı. O odada uyumaya, Arıköy’e taşındığımız yıl başlamıştım. Şimdi düşününce çok tuhaf geliyor ama, yanına, öğle uykularına giderdim. Ağaçların yemyeşil dallarının neredeyse odanın içine girdiği, serin bir arka oda düşünün. Tertemiz çarşaflar, salonda öksüren Sevda Ferdağ. Sanırım evine kabul ettiği, hele ki yatılı aldığı nadir kişilerdendim. Hava kararmadan mutlaka eve dönmüş olmamı isterdi. Bir annenin evladını merak edişi gibi, “Kızım nerede kaldın?” diye Facebook’tan mesaj yazardı, WhatsApp’a bir türlü alıştıramamıştım onu.
Bu sabah Cihangir’deki kadim dostumuz Esat Ayhan Abi arayıp da Sevda Ferdağ’ın bu dünyadan göçtüğünü haber edince, tek tesellim, dün, yani vefatından bir gün önce, kızım Asyak’ın onu evinde ziyaret etmesi, kendisi uyurken baş ucuna ona bir not bırakışı oldu. Bir ara gözlerini aralar gibi olmuş, “Başım çok ağrıyor,” demiş sadece; o kadarcık...
Sizi uzaklardan nasıl uğurlayacağımı bilemiyorum, bir kadeh rakı koydum kendime, hatıranıza demek istiyorum anneciğim, uğurlar olsun, toprağınızda o çok sevdiğiniz beyaz papatyalar nergisler açsın...