VİDEO

Yeter Gültekin, Madımak'taki 30 yıllık adalet mücadelesini anlattı

Madımak'ta katledilen Hasret Gültekin'in eşi Yeter Gültekin, 30 yıllık adalet mücadelesini, eylülde görülecek duruşmayı ve hâlâ 'bulunamayan' sanıklara dair konuştu.

DUVAR - Bugün 2 Temmuz 1993'teki Sivas Katliamı’nın 30. yıl dönümü. Sivas’ta düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli, 2 Temmuz 1993’te radikal İslamcı gruplar tarafından yakılmış ve bu otelde kalan çoğunluğu Alevi 33 yazar, şair, aydın ve ozan katledilmişti.

Madımak'ta katledilen sanatçılardan Hasret Gültekin’in eşi Yeter Gültekin, 30 yıllık adalet mücadelesini, eylül ayında görülecek davayı, toplumsal travmaları anlattı.

ANKA'ya konuşan Gültekin'e sorulanlar ve yanıtları şöyle:

'14 BİN 850 KİŞİ NEREDE?'

30 yıllık adalet mücadelenizi nasıl özetlersiniz?

“30 yılı 5-10 dakikada anlatmak çok kolay değil ama sadece hukuk mücadelesini anlatmamız gerekirse başlıklar altında söyleyebilirim. 1993’te sözde spontane toplanan 15 bin kişinin 150’si tutuklanabildi. Onların yargılanmasına Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde (DGM) başlandı. Sonrasında dava dosyası sivil mahkemeye devredildi. Benim belleğimde kalan ana başlıklar şunlar. 15 bin kişinin sadece 150’si tutuklanabildi. Geriye kalan 14 bin 850 nerede? Nasıl takip edilemedi? Türkiye’de uzun yıllardır, 1980 sonrasından beri bildiğimiz süreçlerde tek kişilik iddianameler bile yıllarca hazırlanamazken 20 günde nasıl böyle bir toplu katliamın iddianamesi hazırlanabildi? DGM’de ve sonrasında sivil mahkemede hakimlerin, sanıklara ‘evladım’ diye seslendiği bir süreçte avukatlara saldırabilen saldırganlar, orada evlatlarını yitiren çocuklara sözlü ve başkaca tacizde bulunan – çakmak fırlatabilen, cebinde bozuk parayla getirilen sanıkların duruşma salonuna çakmakla gelebilememesi gerekir- saldırabilen sanıklara mahkemeden uzaklaştırılma değil o annelere salonu terk etme cezası verildi. O sanıklara mahkemede bile bu türlü hem mahkemeye hem diğer insanlara, orada mağdur insanlara saldırabilen insanlara iyi halden ceza indirimleri uygulandı. Sonrasında da yakalanamayan, INTERPOL’de kırmızı bültenle aranan sanıkların aklanması gayreti süreci başladı. Onların bulunamaması bir yana bir de davanın düşürülmesi, o yakalanamayan, yargılanamayanlarla ilgili dava dosyasının kapatılması gayreti sürüyor halen."

'CUMHURİYETİ YIKMA KALKIŞMASIYDI'

"Bütün bu sürecin özeti, benim kişisel değerlendirmem, ilk günden itibaren bir yargılamama, suçu hafifletme durumuydu. Kaldı ki bu bir adi suç da değildi. İlk tutanaklarda, mahkeme tutanaklarında da belgeliydi. Bir Cumhuriyet’i yıkma kalkışmasıydı. İsmini bile bilmedikleri insanları toplu halde yok etme çabasıydı. Yani, insanlığa karşı işlenmiş bir suçtu. Çünkü bir adi suç, bireysel bir cinayet ve saldırı değildi. O, bizim eksik bulduğumuz hukuk sisteminde bile bir insanın canına kıymanın cezası bu sanıklara, tutuklanabilenlere uygulanmadı. Bu en önemli şeylerden biri. Bana göre, tutuklananlar zaten asıl suçlular değildi. Asıl suçlular, onları bu kalkışmaya cesaretlendiren, arkalarındaki siyasi, idari ve hatta askeri güçtü. Onlara ‘yargılanmayacaksınız, tutuklanmayacaksınız’ ve hatta ‘aklanacaksınız’ bu tahrik kılıfıyla sözünü verenler bence 93’te ocak ayında Uğur Mumcu’yla başlayan süreçte ve daha sonrasında tek tek, bir dolu siyasi, kişisel, bireysel cinayetlerin üzerinden sonra topluca insan öldürmenin de bir şekilde legitime (meşru) edildiği bir durum vaat ettiler ve bunu başardılar."

'İDAM CEZASINA KARŞI ÇIKMIŞTIK'

"Bu nedenle sonrasında da bu cinayetlerin ve öldürümlerin ne yazık ki sonu gelmedi. Sonrasında biliyorsunuz. Gazi, Ümraniye, Gezi sürecinde yaşanan gençlerimizin öldürülmesi, Gar Katliamı gibi katliamlarda da sanıkların, tetikçilerin, siyasi sorumluların ve diğer sorumluların cezalandırılmadığı, bu sorumluluğun gereği istifa etmediği durumlar yaşadık. Ama biz yine de tarihe not düşmek adına, kimi eleştirilere rağmen, kimi eleştirilerden kastım; bize yıllardır söylenen şeydir. ‘Siz bu mahkemelerden ve bu anlayıştan nasıl bir adalet bekliyordunuz?’ Biz o suçun, bir insanlık suçu olduğunu tarihe geçirmek için bu mücadeleyi verdik. Biz aileler ve kurumlar olarak, bu hukuk mücadelesini sürdürürken, bu suçun örtbas edilmemesi mücadelesini verdik. Yılda 10 kez bile duruşmalar olduğunda avukatımız Şenal Sarıhan’ın, Pir Sultan Abdal Genel Merkezi kurumumuz, tüm ailelerin, özellikle Ankara’da yaşayan annelerimizin - orada evlatlarını yitiren – mücadelesi, tüm gayreti unutturmamak, örtbas ettirmemek, gündemde tutmak ve bunun insanlığa karşı bir suç olduğunu altını her duruşma gününde ve katliam her söz konusu olduğunda altını çizmek. Yoksa 97’de 33 sanıkla ilgili çıkan idam cezalarına da yine biz ailelerin tümü olarak, inanç ve siyasi görüş olarak idam cezalarına karşı olan insanlarız. ‘Bu 2 Temmuz 1993’ten önce de böyleydi, sonrasında da böyle olacak’ deyip Sivas Katliamı sanıklarının idam cezasına da karşı olduğumuzu söyledik. Süreci böyle özetleyebilirim.”

EYLÜL AYINDAKİ DURUŞMA: 'CEZAEVİNDE SANDIĞIMIZ KİŞİ ÇOCUK SAHİBİ OLDU'

“Bu zaman aşımı… Dava dosyasında olan isimler aranmakta. Ama biz 30 yıldır şu süreci de yaşadık. Bu söylediklerim de bugünkü iktidardan bağımsız. Yani iktidarda, katliam yaşandığında DYP-SHP vardı. Sonrasında iktidarlar değişti. Ama bu dava süreci ve Madımak Katliamı’yla ilgili zihniyet değişmedi ne yazık ki. Biz Türkiye’de aranan sanıkların da Türkiye’de olmalarına rağmen bulunmadıkları, tutuklanmadıkları, mahkeme önüne çıkarılmadıkları zamanları yaşadık. Aranan bir sanık Türkiye’de ehliyet de alabildi, nikah kıyabildi, çocuk sahibi olabildi. Cezaevinde olduğunu zannettiğimiz bir sanık çocuk sahibi olabildi. Hatta hafızam beni yanıltmıyorsa, çocuğunun adını Hizbullah koymak istedi. Bunların tamamını bu süreçte biz yaşadık. Kırmızı bültenle arananların, en son, en önemli isim Cafer Erçakmak’tır. Cafer Erçakmak, yangından sonra, ölü sayısının 40 tahmin edildiği saatlerde, dördüncü kattan, yangın merdiveninden inmeye çalışan Aziz Nesin’i yere atarak, o merdivenden kurtulmasını engellemek için yere fırlatmaya çalışan Cafer Erçakmak, belediye çalışanı o tarihte, kırmızı bültenle aranırken, Madımak Oteli’ne 500 metre mesafedeki evinde vefat etti. 30 yılda biz bunları yaşadık."

'BAZI SANIKLARIN ALMANYA'DA OLDUĞUNU BİLİYORUZ'

"Şimdi zaman aşımı davası dosyasında olan isimleri de INTERPOL kırmızı bültenle arıyor, bulamıyor. Bu, 2013’te başlatılan zaman aşımı sürecindeki gayret de bu isimlerin tutuklanıp yargılanması değil, affedilmesi, aklanması. Bu zaman aşımı dosyasının 30 yılı doldurduğu için kapatılma çabası bu. Yani aranmalarına rağmen, hiçbir şekilde ‘bulunamıyor’ denen sanıkların özgürleştirilmesi çabası. Bu 30 yıl dolsa da mümkün değil. Dünyanın hiçbir yerinde insanlığa karşı işlenen suçların bu şekilde hafifletilmesi, sanıkların bu şekilde masumlaştırılması, arananların, ki biz bir kısmının, bazı isimlerin Almanya’da olduğunu biliyoruz. Zaman aşımı dosyasının kapatılmaya çalışılması bunların ısrarla sicilinin temizlenmeye çalışma gayretidir. Biz tabii ki dediğim gibi emektarımız, avukatımız Şenal Sarıhan’ın gayretiyle, hem tüm kurumlarımızın ve ailelerin gayretiyle buna karşı mücadele etmeye çalışıyoruz. Bu dosyayı kapattırmamaya çalışıyoruz. Eylülde de bunları söyleyeceğiz.”

'AŞMAK ZORUNDAYIZ'

Bu toplumsal travmayı aşmak mümkün mü?

“Sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok yerinde bu türlü kıyımlar ne yazık ki yaşandı. Bunların aşılması zorunludur. ‘Mümkün müdür’ demiyorum. Mümkündür değil, zorunludur ve mümkündür de tabii ki. Ben Almanya’da yaşıyorum. Almanya’da da 2. Dünya Savaşı’nda 6 milyon insanın canına farklı oldukları için kıyıldı. Yasa önünde eşit olmalarına rağmen hiç inançları, siyasi görüşleri ve vatanseverlikleri değerlendirilmeden onların ‘katli vacipti’ ve malları helaldi. Bunlar yaşandı ve Almanya bununla yüzleşmeyi becerdi. Evet, zaman zaman ırkçılık Avrupa’da da yükselir. Siyasi olarak kullanılmaya çalışılır sağ siyasi anlayışlar tarafından ama toplumun tabanında bunlarla yüzleşmek her zaman gündemdedir. Bir önceki neslin, iki, üç nesil sonrasında da önceki nesillerin işlediği insanlığa karşı suçlarla yüzleşmek hem tarih derslerinde hem sokaklarda hem müzelerde hem insanların birebir iş ilişkilerinde ya da dostluklarında mümkündür."

'TÖKEZLEME TAŞLARI'

"Bir örnek vereceğim. Benim yaşıtlarım arasında, ben 59 yaşındayım, ailesinin mal varlığını reddeden insanlar var. Çünkü 2. Dünya Savaşı’nda ailesinin o savaşta sebepsiz katledilen insanların ev ve dükkanlarına, iş yerlerine el koyduğunu, oradan haksız kazanç sağladığını düşünen insanlar ailesinin mirasını reddediyor. Bu bir örnek. İkinci bir örnek: Siyasi partiler üstü birtakım sivil toplum kuruluşları, örneğin benim yaşadığım Köln kentinde ya da Almanya’nın diğer şehirlerinde de ‘tökezleme taşları’ yaptı. ‘Tökezleme taşları’ nedir? Kaldırımda yürüyorsunuz. Bir anda önünüze, yerde isimler ayağınıza takılıyor. Yani kaldırıma döşenmiş taşların renginden farklı taşlarda isimler ve tarihler yazılı. Orada bir takılıp kalıyorsunuz. Orada şu yazıyor: ‘Bu evde yaşayan şu 3 kişi, şu 4 kişi 2. Dünya Savaşı’nda insanlığa karşı işlenen bir suça maruz kaldılar ve katledildiler.’ Çocuk, kadın, erkek, bir ailenin tümü olabiliyor. Yani günlük hayatta, alışverişe, işe giderken, çocuğunuzu okula bırakırken bunlarla karşılaşıyorsunuz ve çocuğunuza bunu anlatıyorsunuz."

'SOLINGEN'DE UNUTTURULMUYOR'

"Çok önemli başka bir fotoğraf daha iletmek isterim. Solingen’in de 30. yılı bu yıl. Madımak Oteli’nden kurtulan bir kardeşim Serdar Doğan ve Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu Genel Sekreteri Ufuk Çakır’la birlikte biz Solingen’deydik. Solingen’de yakılan evde, ailesini ve çocuklarını kaybeden Genç ailesinin bireyleri orada katledildi biliyorsunuz. Orada bir anma köşesi var. İsimler, resimler var. Oranın unutulmaması adına bir tarihi merkez yapıldı. Şehrin başka bir yerinde, maalesef o ailenin anneannesi, annesi, babaannesi Mevlüde Genç’i kaybettik. Onun adına bir meydan var, yani adı verildi bir meydana Solingen’de. Şehrin başka bir noktasında bu katliama karşı olan tüm demokratik, hukuk sistemine inanan insanların kendi adını yazarak ‘Bu zincirin bir halkası da benim. Bu demokrasi ve hukuk devletine inanan insan zincirinin’ diye orada bir anıt yükseltiliyor. O halkalardan oluşan, zannediyorum birkaç metre yükseklikte ve bunun daha da yükseltilmesi ve genişletilmesi düşünülen bir anıt var. Biz o gün 45 yakın insanla Solingen sokaklarında dolaşıp Genç ailesinden hayatta kalanlarla birlikte o günü ve onları anılarına saygıyla, o acıyı paylaşarak yürüdük. Bunu hem Almanya’nın bugüne kadar, 93’ten bugüne değişen farklı cumhurbaşkanları, farklı isimlerde, partilerden olan başbakanları, bakanları, milletvekilleri hatta Türkiye’den zamanında gelen siyasiler orada bu isimleri andılar. Bunun insanlığa karşı bir suç olduğunun adı kondu. Ama Solingen’e gelip orada bu katliamın, bu arada gece karanlıkta, yüzlerini gizleyerek evi yakanların yargılandığı bir süreç de yaşandı. Evet, onlar da çok az cezalar aldılar yaşları çok genç olduğu için. Ama bir yargılanma süreci yaşandı ve en önemlisi toplumun vicdanında Solingen’deki yaşanan bu vahşet kınandı ve kınanmaya devam ediyor. Unutturulmuyor."

'SİVAS'TA AYNI CÜMLELERİ KURAMADILAR'

"Buradan kalkıp oraya 1993’ten beri gidip Solingen’deki bu ırkçılığın, faşizmin, insanların bu şekilde katletmenin insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğunu söyleyen Türkiye’den gelen siyasiler, ne yazık ki Sivas’la ilgili aynı cümleleri kuramadılar. Arasında sadece 30-32 gün gibi bir fark olan iki aynı biçimde insan katletme olayına, işlenen suçun yerine göre ve katledilenlerin kimliğine, etnik kökenine ve inancına göre çifte standartlı bir anlayışla yaklaşıldı. Bu karşılaştırmayı neden yapıyorum? Çünkü eğer insan yakmak, insanlığa karşı işlenmiş bir suçsa; Solingen’de yakılan 10 yaşından küçük Genç ailesinin çocuklarına karşı işlenen suç, insanlığa karşı işlenmiş bir suçsa, Madımak Oteli’nde 12 yaşında katledilen Koray Kaya’ya karşı işlenen suç da aynı biçimde canını alma, katletme suçu da insanlığa karşı işlenen bir suçtur. Benim söylemeye çalıştığım bu."

'BU ACI NESİLLER BOYU DEVREDİLECEK'

"Bunun yasalardan, siyasi erkten daha önemli anlaması gereken toplumun kendisidir, tamamıdır. Bunu anlamadığımız, bunu idrak etmediğimiz ve bunu toplumun vicdanında yargılatmadığımız zaman bu türlü katliamlara toplumun her kesimi maruz kalabilir. Bizim aileler olarak verdiğimiz mücadele biraz da bu yüzdendir. Biz biliyoruz ki bu hukuk süreci bizim istediğimiz biçimde de yürüseydi biz kaybettiğimiz canlarımızı tekrar geri getiremeyeceğiz. Bizim hayatımız, benim hayatım, benim oğlumun, torunumun hayatı 2 Temmuz 1993’teki katliam yaşanmasaydı gibi asla olmayacak. Bu travma ve bu acı nesiller boyu devredilecek. Ama eğer biz ‘Bundan sonra bir daha bu katliam yaşanmaz’ inancıyla yaşayabilirsek affedebiliriz. Yüzleşmiş olmayı başarabilirsek hep birlikte barış içinde yaşayıp, kendimizi güvende hissedip, her şeyden önemlisi gerçekten yasalarda yazdığı gibi kendimizi eşit hissedebiliriz. Eşit yaşam hakkı her anayasanın en temel sütunlarından biridir ya buna inanmak mümkün olabilir."

'YÜZLEŞMEK ZORUNDAYIZ'

"Almanya’da yaşanan ve tarih olarak da çok yakın zamanlı, neredeyse eş zamanlı olduğu için bunun altını çizmek istedim. İlk kurduğum cümlede söylediğim gibi yüzleşmeyi başarmak ve birlikte yaşamak zorundayız. Başka bir yolu yok ve bu mümkün. Bu, insanların teker teker kendi vicdanında bu eşitliğe ve yanındaki, yöresindeki herkesin eşit insan haklarına en öncelikle tabii ki yaşam hakkına sahip olduğunu düşünerek, onun da var olma hakkına inanarak, saygıyla, çok sevmese de çok sempatik bulmasa da onun yaşam alanını tanımak ve bilmek zorunda olduğuna inanarak birlikte yaşamak mümkün diye düşünüyorum. Almanya’da yaşayan bir Türkiyeli olarak da bu böyle. Ankara’da yaşayan bir Sünni olmayan Türk olarak da bu böyle diye düşünüyorum. Alevi’siyle, Sünni’siyle, Ermeni’siyle, Kürt’üyle bu topraklarda Anadolu’da birlikte yaşamak zorundayız. Başka yolu yok bunun.”

'SİYASİ CİNAYETLER SABAHATTİN ALİ'YLE BAŞLAR'

1993 yılında art arda yaşanan siyasi cinayetler, Sivas Katliamı nedeniyle 1993 yılı bir dönüm noktası mıdır?

“93 yılı çok vahim bir yıl tabii ki ama bu yok ederek iktidar olma, yönetme hep var Türkiye’de. Bu siyasi cinayetler Sabahattin Ali’yle başlar. Turan Dursun’la devam eder. Abdi İpekçi’yle sürer. Doğan Öz, İlhan Erdost, sonrası Uğur Mumcu, Bahriye Üçok… Böyle bir dolu isim sayabiliriz. Ben 1980 öncesi Türkiye’de yaşamış bir insanım, 1980’de yurt dışına gittim. Bana göre 93’te başlamadı. Daha önce de vardı bunların tamamı siyasi cinayetler, suikastlar. Ama 1980 sonrası özellikle biraz daha insanlar bu türlü cinayetlere kanıksatıldı. Sadece siyasal İslam değil bu bizim çocukluğumuzdan beri süregelen, benim ilk travmam Deniz Gezmişlerin asılmasıdır. 8 yaşında bir çocuktum. Demirel’in çok gülen, keyifli bir fotoğrafıyla Deniz Gezmişlerin asıldığı haberi verildi. Televizyondaki o fotoğrafı hiç unutmam mesela. Bana göre o da bir siyasi cinayet. Ondan sonra Erdal Eren’in asılmasıdır. 17 yaşında bir çocuk. Benim yaşıtım neredeyse. Bunların tamamının Türkiye’deki yanlış devlet anlayışının korunması ve de o şablona uymayanın yani Türk ve Sünni olmayanın ve o bize giydirilmeye çalışılan kıyafetin, oturtulmaya çalışılan siyasi anlayışın öldürümleri olduğunu düşünüyorum. Yoksa yaşı büyütülerek insan asmak ya da yaşı 75’i aşan insanları asmak yasada yok. Ama o yasanın yorumu ve o yasalardan doğru yaşam hakkı tanınmayanlar hep aynı insanlar. Dolayısıyla 93’e kadar da bir süreç var. Evet, 93’te artık iyice ayyuka çıkmış, ülkücülerin öncelikle tarzı olan faili meçhuller… Orada da unutamayacağım isimlerden biri Musa Anter’dir ya da kapısının önünde vurulan savcılardır, gazetecilerdir, Çetin Emeç’tir, Abdi İpekçi’dir. Bu zaten süregelen bir durumdu. Uğur Mumcu’nun öldürülmesi de budur. Çünkü o da siyasi birtakım odakların başkaca kamu önünde ‘terör örgütü’ denenlerle ilişkilerini ve farklı dosyalarını açıklamak istediği için evinin önünde, koruması olduğu halde öldürülmüş insanlardır."

'GÜPEGÜNDÜZ ATEŞE VERDİLER'

"Sivas’taki kalkışma ya da gövde gösterisi ya da ne diyeceksek adına bir toplu halde öldürümün, yüzünü saklayarak, karanlıkta ve sinsice gerçekleştirilen cinayetlerden farklı olarak Sivas’ta bütün bu şeyin şekli değişti. Canlı yayında insanların ‘Yakın ula yakın’, ‘Cehennem ateşi’, ‘Allah’ım bugünleri de gördük çok şükür’, ‘Cumhuriyet burada kuruldu burada yıkılacak’ gibi büyük bir cesaretle, hiçbir çekincesi olmadan ne polisten ne askerden ne siyasilerden cumhurbaşkanından, başbakanından, Genelkurmay başkanından, hiç kimseden korkmadan ve çekinmeden 8 saat insanlara saldırıp diri diri ateşe verdiler. Hiç tanımadıkları, belki de isimlerini bilmedikleri çocukları yok ettiler. Bu söylediklerimi eşim Hasret Gültekin’den bağımsız söylüyorum. Evet, Hasret Gültekin bilinen bir insandı belki. Yaptıklarından doğru belki ona atfedilen birtakım suçlar vardı. Ben eşimin hiçbir suçu işlediğini düşünmüyorum. Çünkü o bir sanatçıydı, müzik yapıyordu. Hiçbir illegal iş yapmamıştı. Yaptığı tüm işler legal, yayınladığı bütün albümler, yasa bazında. Kürtçe albüm de yayınladı benim eşim. Ama Kültür Bakanlığı’ndan izin belgesiyle ve oradan eskiden bandroller alınırdı. Bandrollerini alarak o albümleri yaptı ve yayınladı. Buna rağmen orada bilinen başkaca isimlerden bahsediyoruz. Metin Altıok, Muhlis Akarsu, Asım Bezirci, Nesimi Çimen gibi isimler biliniyor olabilirler, tanınıyorlar. Siyasi duruşları muhalif olabilir. Ama hiç tanımadığınız 20’ye yakın genci de bu kadar açıktan hatta 8-10 yaşındaki çocuklarınıza izleterek canlı yayında, güpegündüz saat 2’de hiç yüzünü gizlemeden katiller ateşe verdiler. Bu biçim olarak çok farklı."

'BERKİN'İN ÖLDÜRÜLMESİNİ MEŞRU KILMAYA ÇALIŞTILAR'

"Hem toplu öldürme olduğu için hem de yüzlerini gizlemeyen katiller ve saldırganlar ‘Nasıl olsa biz cezalandırılmayacağız. Bu bir suç değil’ anlayışıyla bunu gerçekleştirdiler. Yoksa süregelen öldürümler açısından baktığımızda Türk-İslam sentezi anlayışına denk düşmeyen herkesin yok edilmesinin vacip olduğu durumu yeni değildi. Ama 93’te dediğim gibi bu şekilde başlayan süreç sonrasında oradan alınan cesaretle Hrant Dink öldürüldü. Başkaca insanlar, Berkin Elvan öldürüldü. Onların da sanıkları, Hrant’ın sanığı, katili kahraman gibi Türk bayrağıyla resim çektirdi emniyet güçleriyle. Berkin’in ölümü de legitimite (meşru) edilmeye çalışıldı, kanıksatılmaya toplumda başka bir algı yaratılmaya çalışıldı. Hukuk devleti suçu olanı yargılar. Ama sokakta, arkasından vurarak öldürmek hiçbir hukuk devletinde 1990’lı, 2000’li yıllarda mümkün olamamalıdır."

'ADALET DUYGUSU OLMADAN ACI HAFİFLEMEZ'

"Biz buna inanan insanlarız ve bunu konuşmak zorundayız. Ama ne yazık ki bunlar yaşanmaya devam etti. Dileğimiz ve mücadelemiz zaten her yıl söylediğimiz aynı şeydir. Bizim çabamız bunların bir daha yaşanmaması. Biz ancak adalet ve güven hissedebilirsek affedebiliriz ve bir daha yaşanmayacağına inancımızla tekrar kardeş, eşit yurttaş olduğumuza inanabiliriz. Bunun gayreti içindeyiz. Bizim açımızdan 30 yıldır çok iktidar değişti. Adalet duygusu olmadan bizim yaşadığımız evlat, eşini kaybetme, babasız çocuk büyütme acısı hafiflemez. Bu değiştirilemez bir durum zaten. Ama ben torunlarıma şunu anlatmak isterim. Almanya’da da tanık olduğum durumlarda olduğu gibi. ‘Evet büyük acılar yaşandı. Ama biz ondan sonra toplum olarak hep birlikte bununla yüzleşmeyi başardık. Karşılıklı birbirimizi anlamaya çalışarak bu acıların üstesinden geldik. Bir daha asla böyle bir şey yaşanmayacak. Buna inanabilirsin. Bunun için, için rahat olabilir ve bu inançla herkesle birlikte etnik kökeni, inancı ne olursa olsun birlikte yaşamalısın, yaşayabilirsin’ diyebilmeliyim. Böyle anlatmak isterim.” (HABER MERKEZİ)

(Kapak fotoğrafı: Hasret Gültekin Banaz'da, 3. Geleneksel Pir Sultan Abdal Kültür Etkinlikleri'nde türkü söylüyor - 1992. Kaynak: Madımak Katliamı Hafıza Merkezi)