YAZARLAR

Yıldız Tilbe’den Pink Floyd’a yıldız tozlu samanyolu

Kınadığına kınalar yakarken övdüklerini öldürüveriyorsun bazen. Önünden arkasından salladıklarının önünde arkasında salınıyorsun sabahtan akşama kadar. Bunlara kafa yorana, dil vurana “tuhaf” diyorlar, “deli” diyorlar, “zor” diyorlar, “tuhaf bir deli olmak zor” diyorlar, ama hep birlikte deliriyorlar prim yapıp yıldızı yükselen her şeyin ve herkesin ardından.

Sapla saman bu kadar birbirine karışmışken, bırakın samanlıkta iğneyi, samanlıkta ineği bile bulmak çok zorlaşmış durumda. İlgimizi çeken, dikkatimizi ve vaktimizi (ç)alan şeyler o kadar fazla ve çok yönlü bir hale gelmiş durumda ki, nereye bakacağını şaşırıyor insan. Herkes her yerde, herkes her şeyde, her şey orada, her şey onlarda. O onu dedi, bu bunu yazdı, şu şunu söyledi, onlar bizi çizdi, biz de karizmaları derken emilip duruyoruz bu davlumbazın içine. Merkezkaç apansız baskın çıkacak da hep birlikte savrulup gideceğiz sonsuz bir boşluğa sanki. Bir şekilde hala merkez tutuyor, merkez kendine çekiyor da duruyoruz durduğumuz yerde.

Sonra bu pek Türkiyeli kakofoninin içerisinde bir yerlerden bir bakıyorsunuz Gülşen fırlamış; Gülşenciler ve Gülşen kınayıcılar mikrobloglarda birbirlerini yerken Gülşen almış yürümüş, yürüye yürüye masanın üzerine çıkmış dans ediyor konseri esnasında. Ardından bence yine çok iyi bir Gülşen şarkısı olan Lolipop ile geliyor. Şarkının, yine çok iyi olduğunu düşündüğüm, seyretmeye doyamadığım video klibinin finalinde hızını alamıyor Gülşen. Kocaman bir çiklet balonu patlatıyor, orta parmağını göstermek ayıp olacağından değil de, belki biraz yadırganacağından. Öte yanda bir bakıyorsunuz Tarkan fırlamış, senelerdir birilerinin ıkına sıkına sakınmaktan bir türlü söyleyemediklerini bir çırpıda söyleyiveriyor, bir çırpıda yazılmış hissi veren yeni şarkısıyla. Tarkancılar ve Tarkan kınayıcılar yine iş başında. Köşeler döşeniyor, kişiler düşünüyor, gereğini ve gereksizliğini. Ama herkes döşüyor bir şeyler bir yerlere, bir yerlerde. Çokseslilik iyidir nasıl olsa. Öyle midir hep?

Sesi çok duyulan veya yazdığı azami 280 karakterlik özdeyişleri “yürüyen”, zaten almış yürümüş olanlar hep. Güçlüye, ünlüye nasıl bir güç ve ün katıyor, nasıl körüklüyor ki bu sosyal medya, at izi it izine karışsa da elene elene imbiğe düşen son damla yine güçlü ve ünlünün görüşü oluyor. Buna da algoritma diyor, hep beraber derin bir “oh” çekiyoruz. Çünkü algoritma nedense kitle imha silahı gibi incelikle tasarlanmış bir pazarlama gereci değil de adalet dağıtan, âkil bir sanal ombudsman sıfatıyla gönüllere taht kurmuş, sofralarımızın baş köşesine buyur edilmiş. Ancak, şöhret paketiyle birlikte ikram olarak gelen kanaat önderliği habis ellerde olunca yansımaları da yanlışları birlikte getiriyor. Gülşen, ifade ve kadın özgürlüğünden, Tarkan, önemi sorgulanamaz insanî erdemlerden çok şık ve nüktedan şekillerde bahsederek takdir toplarken, hem Tarkan hem Gülşen çok seven çok insanın çok sevdiği Yıldız Tilbe insana saldıran köpeklerin zehirli et verilerek gebermeleri gerektiğini söyleyiveriyor. Yıldız Tilbe göklere çıkartılıyor. Yıldız Tilbe yerden yere vuruluyor. Eş zamanlı ve eşdeğer ağırlıkta. Yıldız Tilbe eleştiriler üzerine kendisini ve müthiş beyanını savunan elliye yakın tweet daha atıyor, debelendikçe debeleniyor. Debelenmek, kendine bir şekilde “sanatçı” dedirtmeyi başardıktan sonra her haltı yemeyi, her şeyi demeyi kendinde hak gören birtakım narsisist şahsiyetlerin cephaneliklerinde gizli ve genelde son silahtır nitekim.

Ama Yıldız Tilbe’ye hiçbir şey olmuyor, olmayacak da. Yıldız Hanım’ın işleri tıkırında yürümeye devam edecek, bayii toplantılarında, açılışlarda, özel gecelerde “program” yapmaya devam edecek, televizyon programlarına çağrılacak, çağrıldığı programı çalacak ve bu yine çok sevilecek. Mesela, sosyal kimliğini gönüllü bir hayvanseverlik ve hayvan hakları savunuculuğu üzerinden inşa etmiş bir Mervesu ile Berkecan, Yıldız Hanım’ın köpeklerle ilgili yorumuna mikrobloglar dolusu küfürle tepki verip, bir akşam arkadaşlarıyla birlikte evde televizyon seyrederken Yıldız Hanım’ın o meşhur tuhaf dansına rastlayınca, iki kadeh rakının da etkisiyle “ay bu deli kadını çok seviyorum yaaa, bak bak şu dansa bak” diyecek ve bu coşku dolu teklifi dost meclisinde hemen onaylanacak. Sonra hep birlikte art arda birkaç Yıldız Tilbe şarkısı dinleyecekler, Tilbe’nin gebertilmesini salık verdiği “köpekler gibi dans ederek”…

Hadi diyelim o Yıldız Tilbe; “delidir ne yapsa yeridir” denerek geçiştirilir mesela, ki bence asla geçiştirilmemeli, kendisine olabilecek herhalde en uzak müzik yapılarından biri olan Pink Floyd’un Rusya’yı boykot edeyim derken Rus halkını müziğinden mahrum bırakarak bunu yapabileceğini düşünmesine ne demeli?

İşte işler de tam buralarda karışıyor. Her şey birbirine karışıyor. Herkes birbirine karışıyor. Küreselin makrosundan ülkeselin mikrosuna kadar karmakarışık işler bunlar. Ülkenin, ülkemizin yüzölçümü mikro ama diğer her ölçümü MAKRO İstanbul’una gelince iyice karışıyor, zira misinalar incecik olunca düğümleri de girift oluyor. Kınadığına kınalar yakarken övdüklerini öldürüveriyorsun bazen. Önünden arkasından salladıklarının önünde arkasında salınıyorsun sabahtan akşama kadar. Bunlara kafa yorana, dil vurana “tuhaf” diyorlar, “deli” diyorlar, “zor” diyorlar, “tuhaf bir deli olmak zor” diyorlar, ama hep birlikte deliriyorlar prim yapıp yıldızı yükselen her şeyin ve herkesin ardından.

Pink Floyd mesela; baba gruptur. Gündemi takip etmeyenler için hatırlatmak gerekebilir: Pink Floyd, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini protesto etmek amacıyla tüm şarkı katalogunu Rusya’da erişilebilen dijital platformlardan geri çekti. İroni şurada ki, dünyanın en büyük dijital müzik platformu Spotify benzer bir yaklaşımla, 14 Temmuz 2020’de büyük bir gururla açtığını duyurduğu Rusya servisine erişebilmeyi zaten 3 Mart 2022’de, daha 20. ayı çıkmadan engellemişti, hangi akla hizmetse! Dolayısıyla Pink Floyd’un bu “dev” protestosu biraz gölgede kaldı ama olsun. Bu saçma sapan olaya kadar grup hakkında “onlara uzanan dil kesile!”, “kalem kırıla!” diye diye fetvalar savuranlar şimdi geçmiş klavyelerinin başına ayıplıyorlar koca koca babaları; bir sürü koca kafalı kısa bacaklılar. Ama aynı koca kafalı kısa bacaklılar dün gece Kadıköy’de bir barda Tarkan ve Gülşen över, Yıldız Hanım ve iktidara saydırırken belki o sırada fonda o iktidarın himayesinde düzenlenen konser serisiyle sınıf atlayan bir pazarlama projemizin şarkılarıyla coştular.

Aşağıdaki fotoğraflarda görülen dev rock grubu U2’nun solisti ve dolayısıyla kanaat önderi Bono (nam-ı asıl Paul David Hewson), kimlerle ne işler tutmuştur kimbilir koskoca geçmişinde. Bir ömre hem George W. Bush, hem R. Tayyip Erdoğan, hem de gündemdeki “kahraman” Vladimir V. Putin ile fotoğraf sığdırabilmek her babayiğidin harcı değildir. Ama çok güzel şarkı yazıp söyleyebilen, öndeki adamların harcı olabiliyor. Zira, can yoldaşı grup arkadaşlarıyla birlikte sahnedeyken ‘Sunday Bloody Sunday’in önce davulunun, sonra meşhur gitar akorlarının girmesiyle karşısındaki on binlerin çığlık çığlığa her şeyi unutacağını, her şeyin üzerinin çizileceğini, hiçbir şeyin önemi kalmayacağını adı gibi bildiğinden her türlü hokkabazlığı yapabilecek bir alanı vardır. Bu hep de böyledir ve ne kadar tanıdıktır aslında; sol eğilimli ve sol güdümlü meselelerin peşinde gibi görünüp sağdan sağdan güce ve paraya yanlamak. Bu bakımdan epey kurt bir siyasetçidir bu İrlandalı özgürlük savaşçısı şarkıcı, barış neferi sanatçı. Ne de olsa, ‘With or Without You’ (Senle veya Sensiz’) oradadır o, ve olmaya devam edecektir.

Çok yetenekli, çok cesur, çok yaratıcı, çok zeki, çok çevik, çok girişken bir toplum olduğumuzu düşünüyorum. El attığı her konuda dünyadaki her millete taş çıkartacak kadar değerimiz, varlığımız ve kabiliyetimiz var. Önünde kimselerin duramayacağı, inanılmaz bir potansiyele sahip bir gençlik geliyor. Ama üç çok temel özellikten fazlaca yoksun olduğumuzu düşünüyorum: dürüstlük, ahlak ve özgüven. Önce; her şeyin hırsızı olabiliyoruz. Her şey satılık ve her şey çalmalık. Alamıyorsan çalacaksın, nasıl olsa bakan eden yok. İntihal gırla. Ama bize has olanı çok enteresan. Çaldığın fikre ve zikre bir de küfrediyorsun. Garip bir tersten Stockholm sendromu hali. Kalabalıkta saydırıyorsun bir güzel, tenhada fıkır fıkır ayıklayıp sessizce cebine koyarak malı, kaçıyorsun. Yakalanırsan da yavuz hırsız sensin zaten, bastıracak mekanizma da yok, yürü ya kulum! Ahlak dediğin kime göre zaten? Ahlak sana göre, ona göre, o da ne?!

Bir zamanlar yakınlarında bulunduğum bir şarlatanın özlü sözünde olduğu gibi: “Yapıştır geç! Diyelim yapıştırdık, geçtik, bir sonraki bölümdeyiz, orada neler oluyor peki? Özgüvensiz toplumun özgüvensiz bireyleri kendi varoluşlarının akislerini, tanıdık tanımadık başkalarıyla kurulan ilişki(sizlik)ler, iletişim(sizlik)ler ve çelişkiler üzerinden yaşıyorlar. Kendi fikirlerinden ve duygularından o kadar şüpheli, o kadar emniyetsiz, o kadar diken üstündeler ki, a(ki)lgoritmaların onaylamalarına muhtaç halde dilek ve temennilerini sunarak fikir teyitleri peşinde koşuyorlar. Kazara bir ünlüden teyit gelirse de görev tamamlanıyor. Hem artık onlar da mikro kanaatlerinin gece yarısına kadar makro önderiler, hem de meşruiyet kazanmış bir “konuşan kafa”lar. Koca kafalıktan konuşan kafalığa terfi yabana atılacak şey değil dostlar. Herkes buna uğraşıyor eninde sonunda.

Belki de naçiz birer ulaktan ötesi olmayan bu fanileri fazla ciddiye almamak gerek. Onlar hem yer yer daha şanslı ve daha kurnazlar, hem de insan ruhunun her türlü güzelliğini tramplen yaparak taklalarla, salvolarla o masmavi havuzlara dalıyorlar. Ancak depderin sandıkları havuzların dibinde bu kadarını kaldıracak su olmayabilir.


Can Sertoğlu Kimdir?

1975 yılında İstanbul’da doğdu. Alman Lisesi’nden mezuniyetinin ardından The University of Texas at Austin’de Radyo-Televizyon-Sinema ve Ekonomi alanlarında çift lisans aldı. 1998’de New York’ta önce Right Track Recording kayıt stüdyosunda, ardından Atlantic Records’da prodüktör Arif Mardin’le birlikte çalışmaya başladı ve şirketin A&R departmanında görev yaptı. Bu dönemde Tori Amos, Stone Temple Pilots, Led Zeppelin, Jewel, Kid Rock, The Darkness, Matchbox Twenty, Craig David gibi sanatçı ve gruplarla çalıştı. Aynı zamanda Brooklynli kült grup World/Inferno Friendship Society’nin menajerliğini üstlendi. 2005 yılında Mor ve Ötesi’nin menajerliğini üstlenmek üzere Türkiye’ye döndü. 2015’e kadar grubun üyeleriyle birlikte kurduğu Rakun Müzik’in Genel Müdürü olarak birçok albümün yapımcılığını yürüttükten sonra 2015-2018 yılları arasında Doğuş Grubu’nun dijital platformu Puhu TV’nin kurucu ekibinde İçerik Direktörü olarak görev aldı. 2019’da kurduğu Ferment Records ile müzik yapımcılığına ve More Management etiketiyle 2005’ten beri sanatçı menajerliğine devam etmektedir. Yakın zamanda tekrar New York’ta yaşamaya başlamıştır.