Yıllar öncesinden kopup gelen sözler
Hiçbir teklifi reddetmediğimiz için, o dönemde açılışların, jübilelerin aranan topluluğuyduk. Elimizden geldiğince her yere koştuk. Gazetelerin çekilişlerine gittik, hayır kurumlarının gecelerinde çaldık, yardımlaşma derneklerinin konserlerinde sahneye çıktık. Reddetmek kitabımızda yoktu. Biz amatör profesyonellerdik.
Geçtiğimiz günlerde postadan çıkan bir paket, özel bir dergiyi elime ulaştırdı. İki yıl önce, 9 Temmuz 2019’da aramızdan ayrılan Nejat Toksoy anısına kızı Deniz Toksoy tarafından hazırlanmış bir dergiydi bu. Daha doğru bir deyişle, dergi formatında bir kitap. İçinde bilgiler, fotoğraflar ve gazete kupürlerinin olduğu bir derleme. “Bir Mavi Işık: Nejat Toksoy (1946-2019)” adını taşıyan bu derleme, en değerli parçalardan biri olarak arşivimde yerini aldı. Bugün, Nejat Toksoy’un aramızdan ayrılışının ikinci yılında, onu, yıllar önce onunla yaptığım yayımlanmamış bir söyleşiyle anmak istiyorum. 1999 yılının bahar aylarında Kadıköy’deki Mavi Işıklar stüdyosunda onunla ve Mavi Işıkları oluşturan diğer üyelerle yan yana gelmiş, meraklı sorularımı sormuştum. Nejat Toksoy’un verdiği cevaplar, aşağıda. Araya girmeden, Mavi Işıklar hikâyesini, onun ağzından sizlere aktarmak istiyorum. Ara başlıklarla yön vermek dışında sözlerine bir müdahalem olmadı. İlk kez yayımlanan bu söyleşi vesilesiyle Mavi Işıklar’ın ölümsüz solisti Nejat Toksoy’u, Nejat Abimizi saygıyla anıyor, hatırasını yaşatan kızı Deniz’e ve topluluğun diğer üyelerine sevgilerimi sunuyorum… Topluluk hakkında yazılacak, anlatılacak şey çok ama bugün, söz, Nejat Toksoy’da.
MAVİ IŞIKLAR'IN KURULUŞU
Mavi Işıklar 1964 yılında kuruldu ama tanışıklığımız öncesine dayanıyor. Metin ve Çetin’le (Yavuzdoğan) İstanbul Erkek Lisesi’nde birlikte okuyorduk. Ben bir dönem lise öğrenimi için Amerika’ya gittim ve kendimi, Los Angeles’ta, tam manasıyla sörf müzik akımının içinde buldum. Orada gördüklerimi, öğrendiklerimi, döndüğümde arkadaşlarıma anlattım, getirdiğim plakları birlikte dinledik ve birlikte müzik yapmaya karar verdik. Arkadaşlarım Metin ve Çetin, yanlarına Cihat (Günaydın) ve Zamir’i (Manisa) alarak topluluğun çatısını oluşturmuştu aslında. Çetin bir gün bana geldi, bu grubun solisti olmamı istediklerini söyledi. Memnuniyetle kabul ettim ve çalışmalara başladık.
ALTIN MİKROFON: UFUK AÇICI BİR YARIŞMA
Çalışmalarımızda ağırlıkla Batı müziği şarkıları söylüyorduk. Asıl amacımız, burada bilinmeyen tanınmayan şarkıları tanıtmaktı. Bir müddet sonra, Hürriyet gazetesinin bir yarışma açtığını gördük. Müzik alanında devrim yaratan bir yarışmaydı bu ve katılmaya karar verdik. Bu karar, bizi bambaşka bir yere götürdü: Batı müziği icra ederken, folklorumuzdan seçilmiş kimi parçaları ve alaturka şarkıları Batı müziği enstrümanlarıyla icra etmeye başladık. Aynı dönemde, bir de Türkçe sözlü müzik adımı atıldı ve popüler yapancı şarkılara Türkçe sözler yazılmaya başlandı. Bunu da sevdik ve çaldığımız kimi şarkılara Türkçe sözler yazdık. Bir anda, bütün akımlarda şarkılar üretmeye, söylemeye başladık. Yarışmada da bu tavrımızı sürdürdük ve büyük sempatiyle karşılandık. İlk yıl, Yıldırım Gürses’in ardından kazandığımız ikincilik bize yepyeni kapılar açtı. Beyoğlu’ndaki Lale Sineması’nda şovlar yapmaya başladık. O dönemde İstanbul’un sayılı sinemalarında suareden önce kimi solistler ve topluluklar çıkar, gelenleri eğlendirirlerdi. Lale Sineması’ndaki program bu anlamda çok önemliydi ve topluluğumuzun kalıcı olmasını sağladı.
Altın Mikrofon Armağanı Yarışması, müzik tarihimizde inkar edilmeyecek neticeler doğuran bir yarışma. Batı müziği icra eden sanatçıları, Türk müziği parçalarını düzenlemeye yöneltiyordu. Sanatçılar ve topluluklar, türküleri ve alaturka şarkıları, özüne herhangi bir zarar getirmeden icra etmeye çalışıyordu. Jüri çok ciddiydi. O dönem zaten müziğe saygı duyulan bir dönemdi. Herhangi bir parçayı alıp istediğiniz gibi icra edemiyordunuz… Onun dinlenebilir ve radyoda yayınlanabilir olması gerekiyordu. Bunun için de çok çalışmak zorunluydu. Yarışma da sizi çalışmaya zorluyordu çünkü ilk elemede hünerinizi jüri karşısında gösteriyordunuz ama ikinci elemede konsere çıkıyordunuz ve sonucu halk belirliyordu. Konserler ilk yıl üç büyük şehirde yapıldı, sonraki yıllarda yarışma kervanı Anadolu’yu dolandı. İkinci yıl, yarışma için “Çayır Çimen Geze Geze”yi düzenledik ve Samsun, Adana gibi illerde verilen konserlerde onu seslendirdik. O dönemde hepimiz aynı uçakta ya da otobüste yola çıkar, kardeşçe gezerdik. Aramızda tatlı bir rekabet vardı ama büyük bir dayanışma içindeydik. O kadar ki, enstrümanı eksik olanlara yardım ederdik ya da bir aletimiz eksikse arkadaşlarımızdan isterdik. Aramızda bir husumet olmazdı. İkinci yıl biz yine ikinci olduk. Sonraki yıllarda iki kere katılan sanatçı ve toplulukların yarışmaya katılması engellenince devam edemedik ve art arda iki ikincilikle Altın Mikrofon defterini kapattık.
EŞİNE RASTLANMAYAN BİR REPERTUVAR
Repertuvarımızı grup olarak belirliyorduk. Hepimiz şarkı önerilerimizi getiriyorduk, sonra oturup düzenleme yapıp yapamayacağımıza ya da Türkçe söz yazıp yazamayacağımıza karar veriyorduk. Kimi şarkıları orijinal dilinde söylemeyi tercih ediyorduk, kimilerine yeni söz yazıyorduk. Bu yıllarca böyle sürdü. Önemli olan, şarkının bize göre olması ve çalarken keyif almamız… O dönem bizi yönlendirecek prodüktörler, aranjörler yoktu, herkes eserini bizzat yaratmaya mecburdu. Dolayısıyla çokseslilik vardı. Şimdiki gibi her sanatçıdan, topluluktan aynı tını çıkmıyordu, herkes şarkıları, türküleri kendince yorumluyordu. Teknoloji gerideydi, maharetinizi göstermek durumundaydınız. Bunun için çalışmaya bir an bile ara vermiyor, sürekli farklı şeyler deniyorduk.
Kayıtlara hep birlikte giriyor, canlı çalıyor, plakları bir kerede kaydediyorduk. Bizim dönemde öyle çok kanallı stüdyolar, sonradan yapılan miksler yoktu. Ne kaydederseniz o duyuluyordu ve biz, şarkıları, içimize sinene kadar tekrar tekrar çalıyorduk. Bu işimize geliyordu çünkü sahnede de şarkıları aynı şekilde çaldığımız için, dinleyici, plağımızı aldığında bizi konserde gibi dinliyordu. İlk iki plağımız, Altın Mikrofon plakları. Bu arada, Odeon için bir kayıt yaptık ve iki Batı müziği şarkısını yorumladık: “Johnny Be Goode” ve “Justine”. Art arda yayımladığımız bu üç plak çok tutunca, halk, bizi sahnede görmek istedi ve sinemalardan gazinolara transfer olduk. Altın Mikrofon ikinciliklerinin getirdiği bir popülerliğimiz de vardı ve bilhassa gazino programlarında sempatiyle karşılanıyorduk. Hâl böyle olunca plakçılar da peşimize düştü ve dönemin en büyük şirketlerinden biri olan Sayan’la çalışmaya başladık. Bir yandan topluluğun karakterini yansıtan düzenlemeler yapıyorduk, diğer yandan popüler yabancı şarkıları kendimizce düzenliyorduk. Art arda yaptığımız 45’likler sonrasında yayımlanan ilk albümümüz de böyleydi: Bir yanda düzenlediğimiz folk şarkıları, diğer yanda kendimizce yorumladığımız popüler şarkılar…
SAYAN'DAN GELEN TEKLİF VE İLK PLAKLAR
Topluluğumuzun bir fan kulübü vardı. Merkezimiz, Metin ve Çetin’in de evinin bulunduğu Fındıkzade’deki evimdi. Telefon numaramızı herkes biliyordu. Dönemin bütün menajerleri peşimizdeydi. Çok insan o dönemde bize yardım etti. Gazinolarda program yaptık, sinemalarda konserler verdik, turnelere çıktık. Sayan, o dönemde bize plaklar yapmayı teklif etti. İyi toplulukların ve şarkıcıların neredeyse tamamı bu firmayla çalışıyordu: Moğollar, Selçuk Atagöz, Barış Manço… Tekliflerini heyecanla kabul ettik. Ancak bu teklifle birlikte popüler şarkılara Türkçe sözler yazılması gündeme geldi. O dönem bu işi Fecri Ebcioğlu ve Sezen Cumhur Önal yapıyordu. Biz, Ülkü Aker’le çalışmaya başladık. Sonrasında en popüler söz yazarlarından oldu ama ilk sözlerini bizim için yazdı.
Sayan’a yaptığımız ilk plaklardan biri, sözlerini Atilla Akman’ın yazdığı “İyi Düşün Taşın”. Sonrasında da Çetin’in o dönemki kız arkadaşı, sonradan evleneceği Yeşim Demirci’yle çalışmaya başladık ve sözlerimizi ona emanet ettik. Sayan’la beraberliğimiz uzun sürdü, art arda pek çok plak çıkarttık ama sonrasında Disko Plak’a transfer olduk. Oradaki kayıt teknolojisi çok daha iyiydi. Bu yüzden, bilhassa Disko adına yaptığımız plaklar bizi çok tatmin etti.
BİR ÖNCÜ TOPLULUK OLARAK MAVİ IŞIKLAR
Denge kurmakta zorlanmadık çünkü diğer rakiplerimizin bir adım önünde gidiyorduk. Önce biz yapıyorduk, onlar peşimizden geliyordu. Bunun için de yaptığımız denemeler dinleyici bazında ilgi görüyordu. İddialı bir laf olacak ama biz sunuyorduk, toplum dinliyordu. Yabancı ülkelerle temasımız kuvvetliydi ve seçme özelliğimiz vardı. Herhangi bir şarkının plağı, Türkiye’de popüler olmadan önce elimize geliyordu ve biz o şarkıyı, burada yayımlandığında, çoktan repertuvarımıza katmış oluyorduk. Bugün, herhangi bir şarkı, Amerika’da çıktığı gün Türkiye’de meşhur olabiliyor ama o günkü şartları düşündüğünüzde, bu zaman alıyordu ve bu olanağı, Türk toplumuna biz sağlıyorduk.
Repertuvarımıza aldığımız Türkçe şarkıları da özenle seçiyorduk. Dönemin popüler Türk müziği sanatçıları tarafından icra edilen şarkıları Batı müziği kalıplarıyla gençliğe dinletme ve sevdirme işini de biz yapıyorduk. Güncel parçaların yanı sıra folklorumuzdan ve Türk müziğinin geçmişinden gelen klasik parçaları da seçerek repertuvarımızı genişletiyorduk. Bu arada farklı denemeler de yapıyorduk. “Eminem” adlı türkünün sözlerini değiştirmiş, yeni sözlerle onu “Sevgilim”e dönüştürmüştük. Böylesi dokunuşlar da bizi hep gündemde tutuyordu ve insanlar ne yapacağımızı hep merak ediyordu. O günlerde yaptığımız seçimlerin ne kadar doğru olduğunu plak satışlarımızdan ve listelerden anlayabilirsiniz. Seçimlerimizin ve denemelerimizin halk tarafından beğenilmesi bize güç verdi ve Mavi Işıklar bu sayede hep göz önünde oldu.
KONSERLER, TURNELER, YAŞANANLAR
Geniş tabanlı bir müzik arşivine sahiptik. Dönemin bütün müzik akımlarını inceliyor, bize uyan şarkıları türüne bakmaksızın ayırıyor ve kendimize uyarlıyorduk. Müzik gittikçe sertleşirken bizim de yorumumuz sertleşti. Müzik tarihinin yeniden yazıldığı dönemde, bu tarihi oluşturan bütün şarkıları repertuvarımıza aldığımızı, plak yapmasak bile konserlerde yorumladığımızı söyleyebilirim. Buna Türk müziğinin popüler ve klasik şarkılarını, türkülerini de ekleyin, nasıl geniş bir repertuvara sahip olduğumuzu anlayın… Konserler her zaman üzerinde çok çalıştığımız buluşmalardı. Sınava hazırlanır gibi hazırlanıyorduk. Başlamadan önce perde arkasından salona bulunanlara bakıyor, dinlemeye gelenlerin yapısını ve yaş ortalamasını kabaca belirliyor, söyleyeceğimiz şarkıların sıralamasını ona göre değiştiriyorduk. Bu, bulunduğumuz şehirle de değişiyordu. Hatta, gündüz matinede gençlere sunduğumuz şarkılarla gece suarede protokole ya da görece daha yaşlı kişilere sunduğumuz şarkılar birbirinden çok farklıydı. Bazı günler, yaptığımız konserlerde, tamamen Batı müziği parçaları söylüyorduk. Arada en fazla, üzerine Türkçe söz yazdığımız şarkılar oluyordu. Gece programları, daha ziyade, klasik Türk müziğinden yaptığımız düzenlemelerden müteşekkildi. Dengeyi kendimizce oluşturmuştuk ve dinleyiciyle ilişkimizi çok güzel kuruyorduk. Türkiye’de, gazinolarda çalışan ilk Batı müziği topluluğuyuz. Bu da bu dengeyi güzel kurduğumuz için… Dönemin en meşhur gazinolarından Kazablanka’da çalıyorduk ve içki içerek bizi dinlemeye gelenleri mest ediyorduk. Öte yandan, Amerikan üslerine gidiyor ve oradaki askerlere onların şarkılarını onlar gibi söylüyorduk. Dinleyenler Türk olduğumuza inanmıyordu.
Konser vermek hep stresli bir şeydi çünkü özellikle tanımadığımız bir yere gittiğimizde, neyle karşılaşacağımızı bilemiyorduk. Bunun için konserler hem kolaydı hem çok zordu. İstanbul, Bursa, Ankara gibi şehirler kolaydı çünkü dinleyiciyi tanıyorduk ama uzun sürecek bir turne söz konusu olduğunda, stres başlıyordu. Her şeyden önce, zorlu koşullarda seyahat ediyorduk. Düşünün, minibüse biniyorsunuz, alet, edevat, enstrümanlar hepsi bir arada Türkiye’yi dolaşıyorsunuz. İstanbul’dan yola çıkıyorsunuz ve güzergah üzerinde tespit edilmiş şehirlerde duraklıyorsunuz. O günkü yol şartlarında, özellikle kış aylarında, bu süreç zorlu geçiyordu. Pek çok kez yolda kaldığımızı hatırlarız. Konserleri genellikle sinemalarda veriyorduk ve onların da şartları çok iyi değildi. Elektrik olanakları kısıtlıydı, ısıtma sorunluydu… Neyse ki gençtik ve içimizdeki ateş ve heyecanla bu zorlukların üstesinden geldik. Bu zorlu koşullardan zevk aldığımızı bile söyleyebilirim. Şimdi bunları masal gibi anlatıyoruz ama o günlerde sahiden zorlanıyorduk. Örneğin, bir Balıkesir konseri dönüşünde ısınmak için Susurluk’ta bir hamama sığındığımızı ve orada sabahladığımızı biliriz. Yine de yılmadık ve Türkiye’nin pek çok yerinde konserler verdik. Bugün bir kliple etki alanınızı artırabiliyorsunuz ama o dönem bu şarttı. Biz gezerek popüler olduk ve dinleyicimizle karşılıklı etkileşim sağlayarak bu popülerliği koruduk.
BİR FİLM: ŞEKER GİBİ KIZLAR
Bizim bir özelliğimiz, yapılan teklifleri hiçbir zaman reddetmememiz. Yönetmen Muzaffer Arslan, bir gün bize bir film teklifiyle geldi. Başrolünde Fatma Girik’in oynadığı bir filmdi bu. Filmde liseler arasında bir müzik ve bilgi yarışması yapılıyordu ve bizim de bu yarışmaya konuk olmamız isteniyordu. Sevdik, kendimize uygun bulduk ve teklifi olumlu karşıladık. Hiçbir teklifi reddetmediğimiz için, o dönemde açılışların, jübilelerin aranan topluluğuyduk. Elimizden geldiğince her yere koştuk. Gazetelerin çekilişlerine gittik, hayır kurumlarının gecelerinde çaldık, yardımlaşma derneklerinin konserlerinde sahneye çıktık. Reddetmek kitabımızda yoktu. Gelenler filmde oynayacağımızı biliyordu ama yine de teklifi düşünmemize izin verdiler. Biz amatör profesyonellerdik. Sektörün gerektirdiği her şeyi yaptık, gece kulüplerinde ve gazinolarda çalıştık, sinema konserleri verdik, derneklerde çaldık… Tek eksiğimiz televizyondu ama onu da İTÜ televizyonunun deneme yayınlarına katılarak giderdik. Radyo zaten evimiz gibiydi, emisyonlarda sürekli çalıyorduk. Çünkü repertuvarımız genişti ve tercih ediliyorduk. Haftada bir, bize ait bir programımız vardı ve reklam kuşaklarının aranan topluluğuyduk. “Mavi Işıklar’la 10 Dakika”, dönemin sevilen programlarındandı ve tek rakibimiz Zeki Müren’in programıydı.
MAVİ IŞIKLAR'IN SONU
Art arda gittiğimiz askerlikler, o dönem topluluğun sonu oldu. Önce Zamir Manisa topluluktan ayrıldı. Yerine bir-iki davulcu aldık ama olmadı. Cihat Günaydın askere gidince solo gitarist sıkıntısı oldu. Adnan Göyken’le kurtarmaya çalıştık ama olmadı. Sonra Metin’le ben askere gittik ve topluluk Çetin’e kaldı. O dönem askerlik uzundu. Hayata kesin bir neşter atıp uzun süre orada kalıyor, sonrasında hayatımızın başka bir dönemine geçiyorduk. Dile kolay, iki yıl… Ben askerliğimi Rus sınırında yedek subay olarak yaptım, iki yılım orada geçti. Döndüğümde ortam çok değişmişti. Arabesk, alaturkanın yerini almış, Batı müziği bambaşka bir yere savrulmuştu. O şartlarda topluluğu eski anlayışla devam ettirmek çok zordu. Üzerine hayat şartlarının getirdiği zorluklar da eklenince, Mavi Işıklar’ı dağıtmaya karar verdik. Hepimiz evlendik, hayata atıldık. İçimizdeki müzik özlemi hiçbir zaman dinmedi ama…