Yiyun Li: 'Çin anaya ihanet etmek'le suçlandım

Yazar Yiyun Li ile 'Kazkafanın Kitabı' romanını konuştuk. Li, "Karakterlerim düşüncelerimi işlememe yardımcı olur ve pek çok şeyi açık bir şekilde dile getirmem için beni zorlar" dedi.

Fotoğraf: Denise Applewhite
Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Çinli yazar Yiyun Li'nin 'Kazkafanın Kitabı' romanı, İş Bankası Kültür Yayınları tarafından Nuray Önoğlu çevirisiyle yayımlandı. Yiyun Li’ye 2023 yılında Amerika’nın en prestijli edebiyat ödüllerinden PEN/Faulkner’ı kazandıran bu roman, masalsı ve gizemli bir atmosfer kurmanın yanı sıra bir dönemin panoramasını da gözler önüne seriyor.

Yiyun Li ile 'Kazkafanın Kitabı'nı konuştuk.

Bize Çin’deki yetişme koşullarınızdan söz eder misiniz? Kitaplarınızı okurken, Türkiye ve Çin’de kadınların durumlarının benzerliği çok çarptı beni. Orada kadın olmak nasıl bir histi?

Ben 1970’ler, 80’ler Pekini'nde büyüdüm. Hayatın maddi koşullarının vahim ve Çin’in hâlâ dünyaya kapalı olduğu bir dönemdi. Gelenek ve görenekler güçlü, bağımsızlık için pek alan yoktu; özellikle de özgür zihinli bir kız çocuğu için. Türkiye ve Çin arasında benzerlik derken bunu mu kast ettiniz merak ediyorum.

Evet, gelenek ve göreneklerin her iki ülkede de kadınların aleyhine olmasını, kadınların "ikinci sınıf insan" sayılmasını kast ediyordum. Türkiye’nin pek çok yerinde bu durum geçerliliğini sürdürüyor. Eklemek istedikleriniz var mı?

Çin’in bir anlamda hâlâ gayet kadın düşmanı bir yer olduğunun ve kültürel seçkinler dahil, bazı erkeklerin kadın düşmanlığını doğal, iyi bir şey saydıklarının farkındayım. Çin’de verilen bir edebiyat ödülünün jürisindeydim ve kazanan genç bir kadındı. Benim dışımdaki bütün jüri üyeleri erkekti ve onlardan biri kazanan yazarı neredeyse bir erkek gibi yazdığı gerekçesiyle övdü. Bu jüri üyesi, aslında kitabın bir erkek tarafından yazıldığına neredeyse inanmış olduğunu söyledi. Bu yorumu birçok bakımdan gülünç buldum.

'İNGİLİZCEYİ SEÇTİKTEN SONRA KURGUYA VE DİLİN KENDİSİNE AŞIK OLDUM'

ABD’ye bir bağışıklık bilimcisi olarak uzmanlaşmak üzere gittiniz. Söyleşilerinizde belirttiğinize göre oraya gitmeden önce hiç kurgu yazmamışsınız. O arada neler oldu?

Çince hiç kurgu yazmamıştım fakat yazı dili olarak İngilizceyi seçtikten sonra kurguya ve dilin kendisine aşık oldum. Birkaç yıl yazı üzerinde çalıştıktan sonra bağışıklık bilimi çalışmalarını tamamen bıraktım.

İngilizce yazıyorsunuz ve hem eserlerinizde hem de söyleşilerinizde İngilizcenin size daha kolay, hatta daha özgürce yazma olanağı tanıdığını söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

İngilizce konuşarak büyümediğimden, insanın ana diliyle arasında bulunan türden bir yakınlığım yoktu İngilizceyle. Öte yandan, İngilizceyi erişkinken kullanmaya başladığımdan, dille kurduğum ilişkiyi pek çok etkiden bağımsız bir şekilde oluşturabildim. Örneğin vaktiyle Çince propaganda metinleri yazardım ve İngilizce yazmaya başladığımda bu gölge ortadan kalktı.

'SORGULAMAYA EN BAŞINDA BAŞLAMIŞTIM'

Okulda ve ordudayken propaganda metinleri yazdığınızı söylüyorsunuz. Yazdığınız bu metinlere inanır mıydınız, yoksa görev icabı mı yazardınız? Bu tür şeyleri ne zaman ve nasıl sorgulamaya başladınız ve politik görüşleriniz bu durumdan nasıl etkilendi?

Yazdığım şeylere hiçbir zaman inanmadım. Onları yazdım çünkü bu sayede başka şeyleri yapmaktan (örneğin tuvalet temizlemekten) kurtulabiliyordum fakat ergenken insan yaramazlık etme eğiliminde olur. Bakın, bu güzel propaganda metinlerini sizin için yazabiliyorum ama buna rağmen beni yazdıklarımın tek kelimesine bile inandıramıyorsunuz demek gibi. Sorgulamaya en başında başlamıştım.

Hakkınızda okuduklarıma bakılırsa, yakın zamana kadar eserlerinizin Çinceye çevrilmesine izin vermemişsiniz. Sebebi nedir?

Bu soruya eskiden biraz yüzeysel bir cevap verirdim: Ben Çin’e, Çin de bana hazır değil. Gerçi büsbütün yüzeysel de değil. 'Must I Go' adlı romanımın Çinceye çevrilmesine izin vermeye karar verdim çünkü roman Amerika’da geçiyor. 'Kazkafanın Kitabı' da Çinceye çevrilecek ve o da Çin’le hiçbir ilgisi olmayan bir kitap.

Kazkafanın Kitabı,Yiyun Li, Çevirmen: Nuray Önoğlu, 312 syf., İş Bankası Kültür Yayınları, 2024.

''KİRLİ ÇAMAŞIRLARI ORTAYA SERMEK'LE SUÇLANDIM'

Bütün eserlerinizin Çinceye çevrilmesine izin vermekteki gönülsüzlüğünüzü, "Çin bana ben de Çin’e hazır değilim" diyerek açıklıyorsunuz. Özellikle 'Bin Yıllık Dua’da Çinlilerin yönetimden gördüğü eziyetlere, yetkililerin birbiriyle çelişen kararları ve bunların insanlar üzerindeki sonuçlarına, toplumdaki yoksulluk ve eşitsizliklere, sırf aile geçmişleri nedeniyle insanların ağır şekilde cezalandırılmasına dair pek çok öykü var. Çinlilerin bu hikayeleri duymaya hazır olmadığını mı düşünüyorsunuz?

Bütün bu meseleler Çinliler için yeni değil. Bunları Çince yazarsanız kimse bir şey demez ama aynı konularda İngilizce yazarsanız insanlar güceniyor. "Kirli çamaşırları ortaya sermek", "batılı okura dalkavukluk etmek" ve "Çin anaya ihanet etmek”le suçlandım. Aslına bakarsanız, yakın dönemdeki etkileşimlerim nedeniyle Çin’i artık biraz daha iyi tanıyor ve hiçbir şey duymaya hazır olmadıklarını düşünüyorum. Çin medyasını ve Çinli trolleri rahatsız edici bulduğum için daha yakınlarda 'Wednesday’s Child' adlı son öykü kitabımın Çince çevirisini iptal ettim.

Artık hiç Çince düşünmediğinizi söylüyorsunuz fakat yazdıklarınızda bolca Çinceden çevrilmiş olduğunu söylediğiniz deyimler, atasözleri kullanıyorsunuz. Bu İngilizcenin sizin için kimi zaman yetersiz kaldığı anlamına mı geliyor?

Çinli karakterler yazarken, itinayla Çince deyimler kullanırım çünkü Çinli karakterler doğaları gereği Çince deyimlerden gelen kültürel referanslarla konuşur. Buna karar veren dil değil karakterdir. 'Kazkafanın Kitabı’ndaki iki kızın ve anlatının kendisinin Çinceyle en küçük ilişkisi olduğunu düşünmüyorum.

İlk dört kitabınızın zanaatkârlık olduğunu, malzemeyi denetlemeye çalıştığınızı ama son zamanlarda bu durumun değiştiğini söylüyorsunuz. Daha önceki söyleşilerinizde pek çok kez "ben" zamirinden çekindiğinizi söylemişsiniz, fakat 'Kazkafanın Kitabı'nda bu korkuyu çok başarılı bir şekilde yendiğiniz görülüyor. Yazar olarak evriminizden biraz bahseder misiniz?

Eskiden birinci tekil şahıs anlatıcıyı kullanmakta sıkıntı çekerdim ve sanırım içimde kendimle yazımı ayırmak arzusu, karakterlerimle kendim arasına bir mesafe koymak ihtiyacı vardı. Yirmi yıldan sonra, erken dönemdeki kaygılarımın çoğu artık beni sınırlamıyor. Yazmaya yaklaşımım bugünlerde daha özgür ve akışkan.

Karakterlerinizin direngen, inatçı, kimi zaman sinir bozucu ölçüde direngen ve inatçı olduğunu söylüyorsunuz. Neden? Bu bilinçli bir seçim mi, yoksa daha sonra farkına vardığınız bir şey mi?

Bilinçli bir seçim değil fakat sanırım her yazarı çeken belli türden karakterler vardır. Hemingway’in karakterleri çok çeşitlidir ama hepsi Hemingway’in karakterleridir ve asla bir Virginia Woolf romanına uymazlar. Sanırım şablonlar ancak yıllarca yazdıktan sonra belirginleşiyor ve o zaman karakterlerim arasında ortak özellikler olduğunu fark ediyorum.

'KARAKTERLERİM DÜŞÜNCELERİMİ İŞLEMEME YARDIMCI OLUYOR'

Karakterlerinizden (Örneğin 'Must I Go'daki Lilia’dan) kimi şeyler öğrendiğinizi söylüyorsunuz. Onlar sizin zihninizin ürünleri ve buna rağmen size o zamana kadar bilmediğiniz şeyler öğretiyorlar. Bunu büyüleyici buluyorum. Bunu biraz anlatabilir misiniz? 

Karakterlerimi kendi başına varlıklar olarak düşünmek eğilimindeyim. Onlar benim dikkatimi çeken, beni etkileyen insanlar ama bu ille de onları tanıdığım yahut iyi anladığım anlamına gelmez. Onlarla ilgili yazarken, onları tanımaya, daha iyi anlamaya çalışırım ve karakterlerim onları yazmaya başlamadan önce bilmediğim şeyler yapmaya ve söylemeye başladıklarında, bunu başardığımı hissederim. Başka bir söyleyişle, karakterlerim düşüncelerimi işlememe yardımcı olur ve başlangıçta muğlak bir şekilde bildiğim pek çok şeyi daha titizlikle ve açık bir şekilde dile getirmem için beni zorlar.

Birçok konuşmanızda, kitaplarınızın müsvedde hallerinin çok daha uzun olduğunu söylüyorsunuz. Kitaplarınızı yazma ve yeniden yazma süreçlerinden biraz söz eder misiniz?

Gözden geçirme çalışmanın en sevdiğim kısmıdır. Gözden geçirmek, yeni/başka bir gözle bakmak demektir. Bütün eserlerimi gereğinden çok daha uzun yazmaya meyilliyim fakat kendini kısıtlamaksızın ve sansürlemeksizin yazmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Yeniden yazarken, pek çok şeyi çıkarır, pek çok şeyi yeniden düzenlerim. 'Kazkafanın Kitabı’nda, ilk ve ikinci yazımlar arasında 150 sayfa eksilttim ve son 50 sayfayı yeniden yazdım.

İkinci Dünya Savaşı ertesinde yaşamış iki Fransız köylü kızı hakkında bir roman yazmaya nasıl ve neden karar verdiniz. Romanda Agnes bir gazetede okuduğu, iki genç kızla ilgili bir haberden bahseder. Siz de böyle bir haber okumuş olabilir misiniz, merak ediyorum?

Fransa’da, 1950’lerde yazılmış bir kitapla ilgili bir değerlendirme yazısı gördüm; yazıyı Elizabeth Bowen yazmıştı ve ne kitabı ne de yazarı kimse tanımıyordu; bunun üzerine biraz araştırma yaptım ve anlaşıldı ki kitap bir kızın adıyla yayınlanmış fakat (büyük olasılıkla) köyün postane müdürü tarafından yazılmıştı. Bunun ilginç bir ortam olduğunu düşündüm ama yalnızca edebi bir kandırmacanın olduğu bir hikâyeyle ilgilenmiyordum. Kız arkadaşlığını irdelemeyi daima istemiştim, dolayısıyla bu kitabın arkasındaki iki kızı yazmaya başladım.

Queer aşk ve karakterler hakkında eserlerinizde sıkça yazıyorsunuz. Kimileri 'Kazkafanın Kitabı’nın aynı zamanda bir aşk hikayesi olduğunu söylüyor. Buna katılır mısınız?

Evet derdim ancak bu iki kızın hayatında cinsellikle ilgili şeyler henüz somutlaşmış değil. Onlar açısından, başkalarının hikayelerine ne ad verdiğinin bir önemi elbette ki yok, çünkü en saf ve yoğun haliyle seviyorlar birbirlerini.

"Amerika ve şöhret; annenizden kurtulup özgürleşmek istiyorsanız, ikisi de eşit derecede yararlıdır," diyor Agnes 'Kazkafanın Kitabı’nda ve bir kez daha "anne meselesi"ne dönüyoruz. Amerika ve şöhret sizin de annenizden kurtulup özgürleşmenizde yararlı oldu mu?

Hah. Bazen karakteriniz için bir cümle yazarsınız ve sonra düşünürsünüz, hımmm, bu yalnızca karakterin söylediğinden fazlası. Sanırım, her ne kadar yazarken kendim hakkında düşünmemek eğiliminde olsam da bu benim durumuma uygulanabilecek bir cümle.

Agnes kendisinin bir kabuk olduğunu söylüyor, siz de bir konuşmanızda aklının karışık olduğunu söylüyorsunuz, fakat Paris’te yayıncının isteği üzerine bir sayfa yazı yazdığında; gittiği görgü okulunda yazdığı hikâyede ve nihayet yazdığı romanda görüyoruz ki onda daha fazlası var. Bence Agnes kendisi dâhil herkesin sandığından daha karmaşık bir karakter. Ne dersiniz?

Agnes iki kızın çok daha ilginç olanı, öyle değil mi? Onun böylesine yıkıcı, sinsi ve kendini küçümseyici olması hoşuma gidiyor ama aynı zamanda keskin görüşlü ve hem hayata hem insanlara dair içgörüsü Fabienne’e kıyasla ve başkalarının varsaydığından çok daha gelişkin. Bazen insanlar romanın anlatıcısı Fabienne olabilir miydi, diye soruyor, fakat bence Fabienne’in açısı daha saf ve dar, oysa Agnes çok daha zengin ve tanımlanması çok daha zor.

 

 

Türkiye’deki okurlarınız için eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Yalnızca teşekkürlerimi iletin. Size (çevirmenime) ve yayıncıma, kitabımın Türkiye’de okunmasını sağladıkları için derin bir şükran duyduğumu da bilmelerini isterim.