Yoksa yok
Kemal Bey, kaygılanmanıza, gemiyi alıp biryerlere götürmeye kalkmanıza hiç gerek yok. Gemi zaten olabilecek en sağlam limanda. Oradan hiçbir zaman hiçbir yere kıpırdamadı ki! Daha sağlamı nasıl olsun? Nereye götüreceksiniz daha sağlam..?
CHP Genel Başkanı bu defa mutfaktan değil Meclis kürsüsünden konuştu. Bir kamu kurumunun başındaki insan konuşunca kulak vermemiz gerekiyor haliyle. Gerçi bu belki de özelleştirilmesi gerçekten hayırlı tek kamu kurumu olabilir…
“Ben Kemal, geliyorum!”un, haksızlıklara son vermek üzere yumruğunu sıkmış, uçarak yaklaşan Bay Kemal’inin, pelerinini atıp kravatı ceketi kuşanıp, partisinin başkanlık makamında asılı -takım elbise sûretindeki- cübbeyi sırtına geçirerek Dilekçelerin Efendisi rolüne geçivermesi saniyeler sürdü.
Büyük Türk siyaset klasiği Taşlar Yerine Oturdu’nun bu tek oyunculu, tek perdelik sahnelenişi bile Ankara gönüllerine nispî ferahlama esintisi bahşetmeye yetecekken, Oyalama Siyaseti Fakültesi’nin geleneksel kürsüsü birden özlenen hareket-bereketine kavuştu ve keyif ibrelerini “eh işte”nin ötesine taşıyıp “diyecek yok” sınırına dayadı. Nedir bu? Şüphesiz Devlet Siyaset Teşkilatı’na bağlı Ana Muhalefet İşleri Genel Müdürlüğü’nün yeniden binanın kapılarını pencerelerini kapatıp yalnız kendisiyle meşgûl olmaya koyulması. Başlıca derdi kendisi olmayan bir CHP’nin varlığı, zaten Türk siyasetinin fabrika ayarlarıyla oynanması demekti. CHP taşını devletteki yerine oturtmadan her sözedişte, bu ikisinin fiilî-hukukî özdeşliğinin bozulmasından sonra meydana gelen onca çalkantıya son vermiş Deniz Baykal kişisinin muhteşem hizmetini hatırlatmadan geçemeyiz.
Bu mecburî selamı çaktıktan sonra, “Ben Kemal, şimdilik gelemiyorum”a dönelim.
Hepimiz biliyoruz ki, Kemal Kılıçdaroğlu, son seçimden önceki aylarda, üzerine yapışmış olan, genel müdürlüğün muhasebe servisi şefi izlenimini yıkarak, bir adalet ve demokrasi mücadelecisi hal ve tavrıyla karşımıza çıktı. Üstelik, bunca uyuşukluğa ve kendisinin yönetimindeki partinin, Türkiye’de adalet ve demokrasinin ezilip parçalandığı süreçte gerçekleşen hemen bütün kritik tecavüzlere ya katılmış ya destek çıkmış ya usûlen ses çıkarıyor görünmüş ya da hiç ses çıkarmamış oluşuna rağmen inandırıcı da göründü. İmkânsız bileşim gibi gözüken Altılı Masa’nın, “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” gibi bir hedefi asgarî müşterek olarak kabul edişi, benzemezlerin ortak hareketini mümkün gösteren, az rastlanır siyaset erdemi nezaketle yüklü tavırları, bu inandırıcılığa katkıda bulundu.
Fakat, kamuoyu araştırmaları hepimizi yanılttı, CHP adına konuşan-eyleyen siyasetçilerin muazzam özgüvenli halleri, mesnetsiz “bir bildikleri var” iyimserliğine yolaçtı, seçim gecesi bunlar hiçbir hakkını kendi mücadelesiyle elde etmemiş ve kendine benzemeyenlerin hakları diye bir kavramın varolduğundan habersiz “modern” büyükşehir ahalisinin şımarıklığıyla birleşti ve ilk tur mağlubiyeti her şeyin bittiği hüsran durumu olarak yaşandı. Fakat o da nesi! Bir baktık ki, adalet ve demokrasi savaşçısı Kemal Bey birden göçmenleri trenlere doldurup -açlığa, ölüme, her nereyeyse oraya- gönderme vaatleriyle toplumumuzun muhtemelen ruhen en pis kesiminden destek bulan birileriyle sarmaş dolaş karşımıza çıktı. Memleket sorunlarının çözümü için toplumun bir kısmının ortadan kaldırılmasını savunan gelenekten gelme -çıkıp gelmişler mi, henüz belli olmayan- İYİP’lilerle demokrasi-adalet nasıl tesis edilecek diye kaygılanırken, beteri sahnede belirdi. Babacan mutfak habercisi Kılıçdaroğlu da, birkaç yılda üç-dört katına çıkmış fiyatlardan, kiralardan, ekonomik baskıyla yukarıdan yayılan korku-baskı havasının bir arada yarattığı cehennemden tek kelime sözetmez oldu. Varsa yoksa “Suriyelileri göndereceğim”den ibaret bir ikinci tur kampanyasına mâruz kaldık.
Neydi bu? Daha geniş tahlilini mevzuları daha iyi bilenlere bırakalım, ilim veya siyaset alanında iktidar sahibi olmayan biz fânilerin âleminden gözükene bakalım. Şuydu: Demokrasi ve adalet adına söylenenlerin, bir gün içinde kaldırılıp kenara konabilecek şeyler olduğu anlaşılıyordu. Esas “para eden” toplumdaki ırkçılığa hitap etmekti. Göçmenleri trenlere doldurup gemilerde aç susuz bırakılacakları, sonra denize salınacakları veya hastalanıp ölmelerinin bekleneceği veya gemileri batırılıp katledilecekleri ya da alınıp doğruca toplama kamplarına doldurulacakları Ortadoğu limanlarına, olmuyorsa Afrika çöllerine falan süren birileri mi kendi ülkesinde adalet tesis edecekti?
Soruyu tekrar sorayım: Neydi bu ırkçılığa, faşistliğe çark ediş? Bir adalet ve demokrasi vaadinin, yalnız vaat de değil, projesinin çöpe atılmasıydı. Denecektir ki: “canım, o seçimi kazanmak için yapılan manevraydı”. Peki adalet-demokrasi projesi, seçim kazanmak için iki haftalığına üzerinde tepinilecek şeyse, bu sahiden siyasî proje midir yoksa o da “kampanya konsepti”nden ibaret midir?
O halde şuna geliyoruz: Bütün o tumturaklı sözlere, vaatlere, verilen samimi ve medenî izlenime rağmen, mücadelesi yapılan şey bir kadro değişimi talebiydi. Ve bir konum koruma gayreti. Daha doğrusu konum koruma mecburiyetinin gereği. Aksi halde sen nesin? Değil mi? Kemal Bey’in değil, CHP’nin konumundan sözediyorum. Çünkü sorun o.
Şu can alıcı hakikati hatırlatınca meramım daha iyi anlaşılacak umarım: AKP-Erdoğan iktidarı 2015’te yenilmişti. AKP tek başına iktidar olma şansını yitirmişti. Sonra? 7 Haziran 2015 yasal-meşru seçim sonucunun yerleşik düzenin bütün siyasî partilerinin katılımıyla geçersiz kılınmasından başlamayan hiçbir siyasî tahlil, tartışma, yazı şu bu, dikkate alınmaya değer değildir. Nokta. “Suriyelileri göndereceğim. Nokta!”daki gibi, ithal faşist maskesi gibi değil, sahici nokta.
Seçimden sonraki ilk grup toplantısında Kılıçdaroğlu’nun söyledikleri, hâlâ anlamayan veya kabullenemeyenlerimize CHP adlı yaşam ortamını anlama bahsinde yol gösterici bilgiler sunuyor.
Birkaç yerden bakıp karşılaştırdığım haliyle, Kılıçdaroğlu, TİP’ten Hatay milletvekili seçilen, fakat tamamen keyfî kararla hâlâ hapiste tutulan Can Atalay’ın durumu hakkında şunları söylemiş: “Önemli olan bir milletvekilinin Anayasa’ya aykırı olarak hapishanede tutulmasıdır. TBMM’nin onurunu haysiyetini koruyacak olan bir numaralı isim Meclis Başkanı, suskun davranamaz. Milletvekilinin derhal hapisten çıkıp gelip yemin etmesi gerekiyor.” Evet. Bizce de gerekiyor. O halde gelsin, yemin etsin. Niye etmiyor? Bırakmıyorlar. E, ne olacak o zaman? Meclis Başkanı, suskun kalmasın, bir şey yapsın. Yapmıyor? Olmaz ki, Meclis’in haysiyeti zarar görüyor. Ee?
Bu kadar. 25 milyon kişinin oy verdiği partinin liderinin, derhal salıverilmesi gerekirken hapiste tutulan, resmen milletvekili sıfatı kazanmış insan için yapabileceği bu. Birileri de CHP grubunun hiç değilse sembolik olarak Meclis başkanlığı için Can Atalay’a oy vereceğini umduklarını, hayal kırıklığına uğradıklarını dile getirdiler. Bazen insan gerçekten hayret ediyor :)
Aslında yalnız CHP içi iktidar mücadelesine dair ne söyleyeceği merak edilen Kılıçdaroğlu, konuşmasında, parti liderliği yarışına soyunanlara yönelik uyarılarda bulundu. Hak-hukuk-adalet düşmanlarınca sloganlaştırılan “Sözkonusu vatansa gerisi teferruattır!” vecizesini tekrarlamakta sakınca görmedi. Üstelik ilginç bir bağlamda; potansiyel yarışçılara “bireysel beklentilerden arınmak zorunda” olduklarını tebliğ ederken!
CHP liderinin konuşmasının arasına serpiştirdiği “Kuvayı Milliye” motifleri dikkat çekiciydi. Çünkü kendisinin seçim öncesindeki uzun aylar boyunca verdiği “herkesi birleştireceğim” mesajı yerine yine bildik tıkız ikilemin Ankara siyasetinin esasına oturtulacağı yönünde sinyal gibiydi. “Biz Kuvayı Milliye geleneğinden geliyoruz,” dedi Kılıçdaroğlu. “Hiçbir zalime diz çökmedik, çökmeyeceğiz.” İktidar aparatçiklerine elçi tokatlayan Abdülhamid’li bir-iki dizi daha yaptırtabilecek bu imâyı güçlendirip destekledi de, CHP lideri: “Biz vatan toprağını düşmanlara bırakıp kaçanlardan değiliz. Biz vatan toprağını dişiyle tırnağıyla alanlardanız.” Vahdettin dizisi? Efendim, o biraz sıkıntılı, münasip görürseniz biz yine Sultan Abdülhamid Han’lı şeyapalım…
Ha, bunların CHP’deki başkanlık mücadelesiyle ilişkisi? Canım, teferruat üzerinde durmayın, vatan sözkonusuysa… mâlûm işte.
Ve Kılıçdaroğlu, partisinin “sadece bugünü ve yakın geleceğini değil uzun vadedeki yapısını da” düşündüğünü belirterek, şöyle dedi: “Gemiyi sağlam limana götürmek yine kaptanın görevidir. Gemiyi sağlam limana götüreceğimi herkes bilsin.”
İşte kendisine en büyük itirazım bu noktada. Ve tam burada ciddî katkım da olabilir. Deneyeyim: Kemal Bey, kaygılanmanıza, gemiyi alıp biryerlere götürmeye kalkmanıza hiç gerek yok. Gemi zaten olabilecek en sağlam limanda. Oradan hiçbir zaman hiçbir yere kıpırdamadı ki! Daha sağlamı nasıl olsun? Nereye götüreceksiniz daha sağlam..? Koca bir partinin üst kademesinde kravatlı kravatlı, ceketli ceketli adamlar, tayyörlü tayyörlü kadınlar o gemi oradan kıpırdamasın diye gecesini gündüzüne, aylarını yıllarına kattı, vatan toprağını… pardon, karıştı, gemiyi bugünlere getirdi. Aman! Getirdi dediysem, alıp da getirmedi. Yani o orada öylece dursun diye…
Fakat haklısınız, bence Can Atalay hapisten çıkmalı, gelmeli, etmeli. Gelemiyorsa Meclis Başkanı Meclis’in haysiyetine sahip çıkmalı. Yoksa… Yoksa?
Yoksa yok.