Yoksul ve daha yalnız
Pangaltı, Eşref Efendi sokakta yaşayan, on dört çocuklu Budak ailesiyle 1956’da röportaj yapan Orhan Kemal’in izinden gidip bugün aynı sokağa bakınca uçtan uca bir acı gerçek görünüyor.
Orhan Kemal’in 1956’da bir pazar sabahı Eşref Efendi Sokak’ta dolaşıp, 132 numarada yaşayan yoksul aileyle röportajını okuyunca, aynı sokak yine bir pazar günü, altmış sekiz yıl sonra ne hissettirir ve ne haldedir diye merak etmemek elde değil. Yolumun Pangaltı’ya düşmesine sebep olan röportaj Akşam gazetesinde yayımlanmış.
En başından eksiksiz anlatayım. Edebiyat arkeoloğu Turgut Çeviker’in Kor Kitap tarafından müthiş bir derlemesi yayımlandı: Yoksul Evler. Akşam gazetesinin 1956 yılında “Çok Çocuklu Aileler Arasında” adıyla sunduğu röportaj dizisi böylelikle ilk kez kitap olarak okurla buluştu. Diziyi ayrıcalıklı kılan ise röportajları yapanlar. Orhan Kemal, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday ve dönemin tanınan gazetecileri İsmet Yenisey, Remzi Tozanoğlu.
Söz konusu aileler İstanbul’un çeşitli semtlerinden. Kentin merkezi sayılabilecek yerlerde oturduklarını da söyleyebilirim. Yoksullar merkezden daha sürülmemiş, yoksul ile zengin henüz birbirinin görüş açısından çıkmamış. Röportajları okudukça gözlerim bir açık adres arıyor. Şu yazarlardan biri adresi açık açık yazsa da, dününü okuduğum bir yerin bugününe gidip bakabilsem. Derken Orhan Kemal imdadıma yetişiyor.
İşte Eşref Efendi sokağının başındayım. Orhan Kemal, git git bitmiyor diye tarif ediyor. Haklıymış. İleriye baktıkça ucunu kaybettiğiniz bir uzunluk. Yazar, 132 numaradaki Mehmet Budak’ın evini arıyordu. İstikâmetim belli. Sokak aşağı doğru tatlı bir eğimle başlıyor. Başta meyhaneler, birahaneler, lokantalar. İlerledikçe apartmandan hallice bir iki otel. Otele giren birkaç kişiye bakıyorum. Buralı değiller. Kiminin burnunda, kiminin kafasında bandajlar. Büyük sektör haline gelen sağlık turizminin misafirleri belli ki. Belki de oteli ve ameliyatı paket şeklinde satılanlardan…
Orhan Kemal, sağlı sollu koca koca apartmanlardan ve varlığını koruyan konaklardan söz ediyordu. Bahsettiği apartmanlardan olduğunu tahmin ettiğim birini ben de seçiyorum. Buranın kıymetlisi… Mimarisinden hemen anlaşılıyor. Kerestedji Apartmanı. Semtin kültürünü taşıyan yapılardan olduğunu anlamak zor değil. Yaşayanlarıyla birlikte bu tarz yapıların çoğunun yok olduğunu bilerek ve görerek yürümek sokağın estetiğini siliveriyor. Gözüm ister istemez apartman cephelerinde gelişi güzel arzı endam eden klimaların dış ünitelerine, kombi bacalarına takılıyor. Bazı apartmanlarda pencerelerin önüne dizilmiş sardunyaları görünce bir anlık göz bayramı. Ne güzel insanlar o çiçekli pencerelerin ardındakiler. Camsız, demir bir depo kapısının üzerine spreyle yazılmış bir yazı mutlu ediyor. Mor Dayanışma geçmiş sokaktan: “Gönder gitsin, değiştirecek sensin.”
Sokağın sonuna doğru ilerledikçe genzime kömür kokusu doluyor. Kombi yakamayanların mıntıkasına yaklaşıyorum. Kaldırımların, yolların yama yama hali, sokağın bir tarafına dip dibe park etmiş arabaların arasındaki çöp poşetleri, şans eseri iki-üç katlı kalmış birkaç apartman sayesinde sokağa vuran ışık… Apartmanların arasında kalmış bir ahşap ev çarpıyor gözüme. Önü demir perdelerle kapanmış. Akıbeti ne olacak? Demir perdeye yaslanmış bir kuru ağaç var önünde. Ağaç da ev gibi direniyor.
Gözlerim tıpkı Orhan Kemal’inkiler gibi kırmızı plakalarda ikişer ikişer büyüyen rakamları takip ediyor. Apartman numaraları ilerledikçe aradığım yere yaklaşıyorum. Derken bir duvar yazısı: “aşkımız ½ mı kaldı şimdi?” Feministler not düşmüş.
Ve 132 numara. 1956’dan bu yana kim bilir kaç kez değişti bu kapı numaraları. Orhan Kemal’in 132’si ahşap bir konak. Yazarın görüşeceği kişi bu konakta oturmuyor. Konağın altındaki küçük kapıdan girince tek kişinin ancak sığabileceği beton dehlizde yer alan iki küçük odada 14 çocuğuyla birlikte yaşıyor Mehmet Budak. Sıvacılık yapan, üzerindeki kıyafetleri harç lekeleriyle ağarmış, boynundaki kravatı hiç çıkarmayan, sol gözüne mavi bir perde inmiş 50’lilerinde bir adam. Ticaret yapmayı denemiş ama para kazanmanın tek yolunun müşteriye kazık atmak olduğunu anlayınca işini sürdürememiş. İşsiz günlerini anlatıyor Orhan Kemal’e: “İçim kararmış gökyüzü gibi mosmor. Hırsızlık edemem, para için adam boğazlayamam, kimseye eğri bakamam…” Neyse ki Mehmet Budak’la aynı sokakta yaşayan bir madam çözüm üretiyor. Bir tanıdığına badanaya yolluyor onu. Sonrası mı… Elbette geliyor.
Budak’lar, Orhan Kemal’e yaşamlarını anlatıyor. Bu, neredeyse her şeyden mahrum bir hayat. Soba yakabilmenin, hasta olunca ilaç alabilmenin mutlu ettiği bir yaşam. Ama birbirlerini sevmekten mahrum değiller. Bir de radyoda oyun havası çaldığında coşmaktan.
Karşımda duran 132 numaraya bakıyorum. Eşref’e “Palas” kelimesi eklenmiş. Kapısına asılmış bir not, geleni uyarıyor ve hangi daireye gelindiyse o dairenin zilinin çalınmasını buyuruyor. Bu laf, en çok da kuryelere, paket servisçilere… Kapı numaraları değiştiyse, Orhan Kemal’in bahsettiği ev bu apartmanın az gerisinde ya da ilerisindedir diye düşünüyorum. Gözüm yıkılmak üzere olan bir konak arıyor. Yok. Sokağın sonuna doğru yürüyorum. Dik mi dik sayısız merdiven Peşkir Ağası sokağa iniyor. Merdivenlerin başında kentsel dönüşüme girmiş apartmanlar var. Kömür kokusunu yürüdüğüm yoldan geri dönüyorum. İki hurdacının sesi eşlik ediyor bana. Biri mahalleliye çatarmış gibi bağırıyor, diğerinin sesi yanık mı yanık.
132 numaranın hizasına geldiğimde semt belediyesinin arabası duruyor. Kaldırımda bekleyen yaşlı adama paketlenmiş tabldot yemek veriyor. Yemeği alan adam arkasındaki apartmanda pencereden bakan eşine aldım der gibi yemekleri gösteriyor. Kadın, kocasına, gel hadi, çabuk diyor yaptığı el hareketiyle. Göz göze geliyoruz yaşlı kadınla. Aceleyle içeri giriyor.
Önüme bakıyorum. Belediyenin arabası az ileride durdu. İçinden inen genç, giriş kat bir dairenin camına vurup sesleniyor: “Amcaa…” Camı açan kendini göstermiyor. Eli yemeği alıyor.
Eşref Efendi sokak mı? Bir ucunda Madam’la dayanışan, radyoda oyun havası çaldığında çoluk çocuk coşan Mehmet Budak, diğer ucunda kendini göstermeden penceresini açıp belediyenin dağıttığı yemeği alan o el.