Yoksulluk bazı ülkelerin kaderi midir gerçekten?
Jason Hickel’in, ‘Bizi Ayıran Uçurum ‘Küresel Eşitsizliğe ve Çözümlerine Dair Kısa Bir Kılavuz'’ kitabı, Metis Yayınları tarafından, Deniz Keskin çevirisiyle yayımlandı. Hickel, küresel yoksulluğun ve eşitsizliğin nedenlerini ortaya çıkarırken bu durumu nasıl tersine çeviririz sorusu için de öneriler getiriyor.
Yoksulluğun doğal bir durum olarak temsil edildiği farklı anlatılara rastlarız. Bu temsil biçiminde yoksulluk her haliyle gösterilir; içinizi acıtır, canınızı yakar, duygularınızı sonuna kadar işlevselleştirir. Mesela, yönetmenliğini Ertem Eğilmez’in yaptığı 1973 yapımı, “Canım Kardeşim” filmine bu açıdan bakabiliriz. Bu anlatıda temsil edilen yoksulluk o kadar acıklıdır ki gözyaşlarımıza hakim olamayız çünkü ölmesi beklenen kardeşe iyi bir yemek yedirebilmek için kanını satmak zorunda kalacak kadar zor durumda olan karakterlerin hikayesiyle karşılaşırız. Filmde, toprak yollarla, buz gibi evlerle, dökük duvarlarla, eprimiş kıyafetlerle, kısacası her biçimiyle temsil edilir yoksulluk. Bu temsilin etkisi altında kalınca, aklımıza “Bunca yoksulluk neden var?” sorusunu sormak gelmez genellikle çünkü bana kalırsa burada amaç göstermektir. Bu nedenle izlerken yoksulluk doğal bir durummuş gibi kabul etmenin ötesine geçemeyiz.
Yoksulluğun doğal bir durum olarak kabul görmesi sadece kurmaca metinlerde karşımıza çıkmaz. Küresel yoksulluğun, ülkeler arası eşitsizliğin doğal bir durummuş gibi gösterilip yerleşik hale getirildiği hakim bir anlatı da epey kabul görür. Jason Hickel de ‘Bizi Ayıran Uçurum ‘Küresel Eşitsizliğe ve Çözümlerine Dair Kısa Bir Kılavuz’’ kitabında bu konuyu sorunsallaştırıyor. Yazar, bu anlatının ABD, İngiltere, Fransa gibi emperyalist ülkeler tarafından nasıl zihne yerleştirildiğini, işlevselleştirildiğini tartışmaya açıyor ve çözümler sunuyor.
Görüyoruz ki kapitalist devletlerin yoksulluk hakkında yazdığı -Hickel’in deyimiyle- “hikayelere” inandığımızda Asya, Afrika, Amerika kıtalarında sürüp giden yoksulluğun asıl sebebini gözden kaçırabiliriz. Çünkü “yoksulluk bazı ülkelerin kaderidir” anlatısını sorgulamazsak; Kuzey ülkelerinin, Güney ülkelerinde yürüttüğü sömürgecilik faaliyetiyle elde ettiği birikimin, onları “gelişmiş ülkeler” haline getirirken, diğerlerini “geri kalmış”lara,“gelişmekte olan”lara dönüştürmesini de doğal bir durum olarak yorumlama hatasına düşebiliriz.
HiKAYELER BAŞKA HİKAYELER DOĞURURKEN
Bu hataya düşmek, sonrasında başka hikayelere de inanmayı getirir. Bu sefer bize anlatacakları, zengin ülkelerin, yoksul ülkeleri kurtaracağı hikayesidir. Burada, zenginler yoksulluklarına sebep oldukları halkları yeni keşfetmiş gibi yaparak tarihi istedikleri yerden başlatıp, sömürgeci geçmişleri yokmuş gibi davranırlar. “Yardımla”, “kalkındırma” söylemiyle, Dünya Bankası, IMF gibi kurumların “yapısal uyum” dayatmalarıyla işbaşındadırlar. Bu kurumlar, sözde dünyadaki yoksulluğu önlemek için kurulmuşlardır ancak Hickel’in tartışmasında da gördüğümüz gibi asıl işlevleri kapitalist ülkelerin çıkarlarını korumaktır.
Mesela, Güney ülkelerinin 1960 ve 70’lerde uyguladığı kalkınma stratejisiyle elde ettikleri kazanımı “borçlandırma” politikasıyla tam tersine çeviren bu kurumlardır. Metnin cümleleriyle: “İMF ve Dünya Bankası yapısal uyum programlarının ekonomik büyümeyi hızlandırıp yoksulluğu azaltacağını vaat ediyordu. Fakat sonuç tam tersi oldu. Yapısal uyum programları yoksul ülkelere yardım etmek yerine (güya bu amaç için tasarlanmışlardı) onları darmadağın etti.”
Bu nedenle Hickel’in işaret ettiği gibi, “hakim anlatıyı kabul edecek olursak yoksul ülkelerin hep yoksul olduğuna, yoksul ve zengin ülkeler arasındaki uçurumun hep var olduğuna inandığımız için” bu ülkelerin sömürgeci şiddet yoluyla, borçlandırmayla, şimdilerde çok daha incelikli sömürge biçimleriyle elde ettiği birikimi göremeyiz. Oysa metin boyunca anlatılanları da düşününce dünyada zenginler ve yoksullar arasındaki eşitsizliğin temel sebebi, kapitalist devletlerin tarihleri boyunca sürdürdüğü politikalar.
SORUYU SORUNCA
Hickel, metinde öncelikle “Yoksulluk neden var?” sorusunu düşündürüyor, zenginler ve yoksullar arasındaki ekonomik “uçurumun” nedenlerini kapitalizmin tarihsel süreciyle birlikte ele alıyor. Böylece, sömürgeleştirilmiş halkların kapitalist ekonomi modeline baskı ve zorla dahil edilme süreçlerini ayrıntılı bir şekilde takip edebiliyoruz.
Bunun sonucunda Hickel, ABD ve Avrupa’nın sömürgecilikten elde ettiği birikimle yazdığı kanlı tarihi açığa çıkarmış oluyor çünkü tarihsel perspektif eksikliği “hakim anlatıyı” sağlamlaştırmakta epey işlevsel ve “bu yoksullar hep yoksuldu” anlatısını pekiştiriyor. Oysa metinde de bahsedildiği gibi, bugün yoksul olarak kodlanan ve bu hikayeye eklenen coğrafyalarda yaşayan halkların tarihine baktığımızda bu durumun onların kaderi olmadığını görüyoruz. Hickel şöyle anlatıyor: “…Tarihi 1500 yılı civarına saracak olursak ortaya farklı bir hikaye çıkacaktır. O dönemde sıradan insanların yaşam standartları açısından Avrupa’yla dünyanın geri kalanı arasında kayda değer bir fark yoktu. Hatta Güney Amerika, Hindistan ve Asya’da yaşayanlar pek çok açıdan Avrupalılara kıyasla daha iyi koşullara sahipti.”
Hickel’in sorusuyla devam edelim, “Peki bu durum nasıl değişti?” Bize bu konuda ders kitaplarından hatırlayacağımız, metinde de bahsedilen bir hikaye anlatılır: “İngiltere’deki birtakım teknolojik yenilikler sayesinde başlayan Sanayi Devrimi Avrupa’ya ve ABD’ye sıçradı. 1733’te otomatik mekiğin icadı sayesinde dokuma işlemi çok daha verimli hale geldi. James Watt’ın 1781’de buharlı motoru icat etmesiyle büyük ve güçlü makineler üretilmeye başlandı…” Hikaye uzar gider. Hickel’in deyimiyle kabul görmesi “basit”liğindendir ve bu anlatıda daha çok İngiltere’nin yaptığı hamlelerle yaşam standardını nasıl yükselttiğine ve sonrasında bu “devrimin” başka coğrafyalarda nasıl bir dönüşüme sebep olduğuna dair bir başarı hikayesi dinleriz. Ancak bu hikayenin öncesi var ve bu bizi sömürgeciliğin tarihiyle karşı karşıya bırakıyor.
Sömürgeciliğin şiddete yaslanan tarihi uzunca bir süreci belirtiyor, bu zamanın içinde mülksüzleştirme, emek gaspı, “çitleme” gibi çok farklı sömürü biçimleriyle birlikte soykırımla da karşılaşıyoruz. Örneğin, Kolomb’un İspanyol işgaline tanık olan Avrupalılardan, Bartolome de Las Casas şöyle anlatıyor metinde, “1494’ten 1508’e dek üç milyondan fazla insan, savaş, kölelik ve madende çalışmak gibi sebeplerden hayatını kaybetti. Gelecek nesiller buna inanmakta güçlük çekecek. Olaylara bizzat tanık olan biri olarak ben bile zor inanıyorum.”
Hickel meselesini tartışırken, Avrupa ve ABD’nin sömürgecilik geçmişini ortaya çıkarıyor çünkü bugünün kapitalist devletlerinin “gelişmiş ülkeler” kategorisinde yer almasının temel nedenlerinden biri yürüttükleri kolonyalist politikalar. Böylece, Kuzey ülkelerinin zenginliğinin sebebinin, Güney'in zorla dahil edildiği kapitalist ekonomi modeli olduğunu görüyoruz ve bu tarihsel hikaye dünyadaki eşitsiz bölüşüm nedeniyle ortaya çıkan küresel yoksulluğun önemli bir basamağını oluşturuyor.
SÖMÜRGECİLİK SONRASI SÖMÜRGECİLİK
1960’le ve 70’li yıllarda, Mısır gibi otoriter rejimlere dönüşen ülkeler olduysa da genel olarak sömürgecilik sonrasında Güney’de uygulanan “kalkınma” siyaseti başarılı oluyor. Kitabın ifadesiyle, “kalkınmacı yönetimler ulusal ekonomilerinin kurallarını çoğunluk açısından daha adil olacak şekilde değiştirmeyi, ekonomik sistemlerini sadece yerli seçkinlere ve yabancı şirketlere değil genel olarak halka hizmet edecek şekilde kurmayı amaçladılar.” “Kalkınma” söylemi de kendi içinde sorunlu ancak bu süreçte Güney ülkeleri açısından olumlu bir dönüşüme sebep oluyor. Ancak bu Batı’nın istediği bir gelişme değil ve bu sefer Soğuk Savaş döneminin anti-komünizm propagandası işe koşuluyor ve “gaddarca” yöntemlerin uygulanması için başka bir yol bulunmuş oluyor. Bu dönemde sömürgeci politikaların; darbelerle, diktatör yöneticilerin desteklenmesiyle, suikastlerle farklı biçimlerde sürdürüldüğüne tanık oluyoruz. Hickel’e göre, “Bu müdahalelerin demokrasiyi teşvik etmekle uzaktan yakından ilgisi yoktu (hakikat bunun tam tersiydi), asıl amaç Batı’nın ekonomik çıkarlarını savunmaktı. Fakat Soğuk Savaş bu apaçık gerçeği gözden uzak tutmak için paravan olarak kullanılıyordu.”
Kısacası, Güney ülkeleri ne zaman kendi hikayesini yazacak olsa karşısında Batılı devletlerin kendi çıkarlarını korumak için uyguladıkları politikalarla karşılaşıyor. Böylece, Güney ülkelerinin yoksulluğu bilinçli olarak devam ettirilmiş oluyor ki bunun yolu sonrasında çok daha sinsi yöntemlerle açılıyor çünkü sömürgeci şiddet içeride halka anlatılabilecek bir durum olmaktan çıktığında, devreye görünmez şiddet biçimleri giriyor. Bu nedenle kapitalizm, “borç”la, “vergi cenneti” olarak tabir edilen yerlerde yapılan fatura usulsüzlükleriyle, bankacılar ve borsacılar aracılığıyla takım elbiseli ve kravatlı bir şekilde sürdürüyor artık faaliyetini.
Mesela başta da bahsettiğimiz, Dünya Bankası, İMF gibi sözde “yardımla” yoksulluğu bitirmek için faaliyet gösteren kuruluşlar, 1970’lerde Batı ekonomileri durgunluk yaşamaya başladıklarında, “mekansal çözüm” adı altında bir politika yürütüyorlar böylece, “başka ülkelerde yeni tüketici, emek ve yatırım pazarı” açma hakkına sahip oluyorlar.
Bu politikalar, emeğin değersizleştirilmesine de neden oluyor. Örneğin, Amerika’da işçiler önceden greve çıkabiliyor, emeklerinin karşılığını talep edebiliyorlar ve gerçekçi bir pazarlığa oturabiliyorlar. Ancak 1980 ve 90’lı yıllarda uygulanan, “yapısal uyum” süreciyle birlikte işler değişiyor. Çünkü kitabın cümleleriyle söylersek: “Güney ülkelerinin pazarları birbiri ardına zorla açılınca şirketler (konteyner taşımacılığı gibi yeni nakliye yöntemlerinin de yardımıyla) birden yepyeni bir seçeneğe kavuştu: ABD’deki tesislerin kapısına kilidi vurup emeğin çok çok daha ucuz olduğu Bangladeş veya Meksika’ya taşınabilir hale geldi.” Böylece, şirketlere gün doğuyor çünkü daha ucuz emek neredeyse oraya yönelme hakkı elde ediyorlar. Bunda Dünya Bankası ve İMF’nin “mekansal çözüm” politikalarının rolü büyük. Bu, işçilerin hak talep ettikleri durumlarda işsizlikle karşı karşıya kalmalarına sebep oluyor ve böylece, direnişlerin de önü kesilmiş oluyor.
FELAKETLER SÖMÜRÜ ARACI OLUNCA
Dünya kapitalizm kaynaklı krizlerle boğuşurken kitabın verileri ekseninde şunu söyleyebiliriz ki Kuzey ülkelerinin politikalarının dünyadaki yoksulluğu çözmek gibi derdi yok hatta bu krizleri, yeni yoksulluklar yaratmak için işlevselleştirdiklerine dair çok örnek var. Kitapta, Hickel’in tartıştığı konulardan biri de bu çünkü kapitalist devletler sorumlusu oldukları krizlerin bedelini de yoksullara ödetiyorlar. Mesela, yoksullar için daha büyük sorun olan, iklim kriziyle birlikte gittikçe derinleşen gıda krizini çözmek için sömürgeci pratiklerini sürdürüyorlar, “arazi gasp”ına dönüşen yatırımlar yapıyorlar.
Afrika, bu gasp için uygun yerlerden biri. Bunun nedeninden Hickel şöyle bahsediyor: “Çoğu bölgede araziler halk tarafından ortaklaşa kullanıldığı ve tapu kaydı yaygın olmadığı için Afrika arazi gaspı için ideal bir hedef. Afrika’nın çoğu bölgesinde arazi kullanım hakkı geleneksel usullere göre veya sözlü geleneğe bağlı olarak tespit ediliyor. Bu arazilerin büyük bir kısmı teknik olarak hazine arazisi durumunda. Bu uygulamaların kökenleri de Avrupalıların uçsuz bucaksız arazileri birtakım resmi kararlarla kendi mülklerine geçirdiği sömürgeci döneme dayanıyor.” Hickel’in metin boyunca göstermeye çalıştığıyla epey ilişkili bir örnek bu çünkü dünyadaki yoksulluğun devam etmesinin sebebi ne beceriksiz yöneticiler ne de yine kapitalist devletlerin kendilerini meşrulaştırmak için kullandıkları, “yoksullar çünkü ülkelerinde yolsuzluk var” anlatısı… Asıl sebep, Kuzey ülkelerinin sömürgeci şiddetle çıktığı yolu başka şekillerde sürdürmesi ve kendi zengin konumlarının devamı için diğer ülkelerin kaynaklarını gasp etme politikalarına sarılmaları.
Jason Hickel’in, ‘Bizi Ayıran Uçurum ‘Küresel Eşitsizliğe ve Çözümlerine Dair Kısa Bir Kılavuz'’ kitabı, Metis Yayınları tarafından, Deniz Keskin çevirisiyle yayımlandı. Hickel, yazı boyunca kısaca bahsedebildiğim, küresel yoksulluğun ve eşitsizliğin nedenlerini ortaya çıkarırken bu durumu nasıl tersine çeviririz sorusu için de öneriler getiriyor. Ancak bana kalırsa kitabın can alıcı yanı, bugünün kapitalist devletlerinin birikiminin kaynağını ortaya çıkarması, küresel yoksulluğun kapitalizmin geçmişinden ve şimdisinden ayrı düşünülemeyeceğini göstermesi.
Hickel’in yaşadığımız dünyanın başka bir yer olabilmesi için ne yapmalıyız sorusuna cevabı ise, reformist çözümlerin bizi kurtaramayacağı bir gerçeklikte yaşadığımızı hatırlatması oluyor. Bu nedenle onun şu cümlelerini vurgulamakta yarar var:
“…Bizim reformist değil devrimci değişimlere ihtiyacımız var. Devrimler önce hayal gücümüzün özgürleşmesini, halihazırdaki ekonominin ve buna bağlı ideolojilerin ayak bağlarından kurtulup kapitalizmden sonraki dünyayı hayal etmemiz gerektirir. Ama aynı zamanda örgütlenmek ve mücadele etmek gibi zor işlerin de üstesinden gelmemiz gerekiyor.”
Kapak fotoğrafı: Rafael Rybczynski
Emek Erez Kimdir?
Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.
Platonov yazıları: Umutlu zamanlar, edebiyat, emek ve trajedi 24 Mayıs 2024
Güç bir kişide toplanırsa 17 Mayıs 2024
‘Umutsuz Karakterler’: Sınıfsal hezeyanlar, ayrıcalık kaybı endişesi 03 Mayıs 2024
Hayvanlarla ilişkiyi yeniden düşünmek için mitoslar 26 Nisan 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI