YAZARLAR

Yoksulluk gösterisi

Yoksulluk gözümüzün önünde... Zenginler patronlarla el ele verip hakkımız olanı ortak sofralarda yiyorlar ve sonra yoksula patates-soğan dağıtıp, sofralarını gösterilerine alet ediyorlar.

2018 tarihli, yönetmenliğini Nadin Labaki’nin yaptığı “Kefernahum” adlı filmde, Lübnanlı bir çocuk olan Zain'in hikâyesi anlatılır. Film, bir yoksulluk hikâyesi olmakla birlikte göçmenlerin sorunlarına da işaret eder. Ancak genel olarak öne çıkan, hayata tutunmaya çalışan yoksul bir çocuğun, iç dağlayan hikâyesidir. İçimiz dağlanır çünkü bu yoksulluk öyle bir yoksulluktur ki sokaklardan, evlerden, sofralardan, bakışlardan, bedenlerin her halinden yansır; seyircinin bakışına, duygusuna, bedeninin kıvrımlarına kadar iner etkisi. Zain, ailesini dava eder, nedeni sorulduğunda, “beni dünyaya getirdikleri için” der. Film boyunca bu cümlenin etkisiyle birlikte hayatta olmanın hiçliğini duyarsınız, Cioranvari bir “doğmuş olmanın sakıncası” fikri hâkim olur anlatıya. Film, yoksulluğu, çaresizliği, yokmuşsun gibi hissettirilmeyi sonuna kadar gösterir. Maksat göstermektir ama o duygu selinin içinde kaybolmuşken şu soruyu sormaya fırsat kalmaz: “Evet, her şey çok kötü, kahretsin bu kadar yoksulluk neden var, bu insanlar neden bu hayatı yaşıyorlar?” Bana kalırsa filmin sorunu burada başlar, Zain kendisini dünyaya getirdikleri için anne ve babasını mahkemeye vermiştir; mesaj, bakamayacağınız çocuğu dünyaya getirmeyin olarak özetlenebilir. Film biterken, polislere kurtarıcılık misyonu da biçilmiştir. İnsanlara kalıcı iş imkânı sağlamayan, göçmenlere belgesi yok diye her türlü zoru, baskıyı meşru kılan sistem, onlara sahte belge düzenleyenlerin yakalanmasıyla görünmez kılınır. Yine soru eksik kalır, “Neden insanlar sahte belgelerle orada kalmak için çabalamak zorundalar, bu insanlar neden göç etmişler, bu zor şartlarda yaşamak için neden ısrar ediyorlar?” Fakirlik gösterisi tamamlanır, Zain’e pasaport verilir filmin sonunda, onca yoksulluğun, onca çekilmiş çilenin karşılığında. Zoraki bir şekilde gülümser Zain; film, karakterin gülümseyen bakışıyla son bulur.

Yönetmenliğini Ertem Eğilmez’in yaptığı, 1973 yapımı, “Canım Kardeşim” filmi de, hepimizin sevdiği, her izlediğinde etkisini üzerinde hissettiği filmlerdendir. Bu filmde de yoksulluğun her halini görürüz; çamurlu sokaklar, yorganın altında soğuktan titreyen bedenler, ölmek üzere olan kardeşine güzel bir yemek yedirebilmek için kanını satan insanlar... Onu, son hayali olan televizyona kavuşturmak için onca çaba, onca didinme ve hayalin gerçekleşmediği kötü son. Yoksulluğun nasıl berbat bir durum olduğu bu filmde de iyi gösterilir ama televizyon çalma sahnesi dışında yıkma, bu verilmiş hayata isyan etme gayreti göremeyiz, öfkeyle de olsa kaderi kabulleniş vardır, yoksulluk gösterilmiş olur ama sebebi üzerinde çok durulmaz.

Yoksulluk anlatısı açısından, bir başka metne daha bakabiliriz, Marguerite Duras’ın, 'Pasifik’e Karşı Bir Bent'(1) adlı kitabına. Duras da yukarıda bahsettiğimiz örneklerde olduğu gibi yoksulluğu iyi anlatır ve hissettirir ancak onun anlatısında yoksulluğun nedeni açıkça gösterilir. Bir annenin iki çocuğuyla Fransız sömürgesi olan Çinhindi’nde verdikleri yaşam mücadelesi anlatılır metinde. Duras’ın metninin karakterleri yoksulluk içinde umutsuz bir hayat sürerler ama nedeninin beyaz efendiler olduğunun farkında olarak, onlara karşı direnme yolları icat ederek, bir şekilde okura yoksuluz, sebebi hayatımızı sömüren efendiler ama bunu kabul etmiyoruz mesajını vererek. Böylece, yoksulluk yine gösterilir ama bu yoksulluğun nedeni nedir sorusu askıda kalmaz.

Bunlardan bahsetme sebebime gelirsek, coğrafyamızın en temel meselelerinden biri yoksulluk. Son günlerde Ramazan ayı bahanesiyle devletlilerin yoksulların sofrasına kurulup, onlardan hiç çalmamışlar gibi pişkin pişkin pozlarla ortalıkta dolaştıklarına, yoksullarla gösteri yaptıklarına tanık oluyoruz. Masa varken yer sofraları kurulması, sofrada ne varsa onun yendiğinin açıklanması da yukarıda yoksulluğun nedenini görünmez kılan anlatıları hatırlatıyor çünkü sorumlu, sofrada oturuyor, insanların sofrasını fakirleştiren onlar değilmiş gibi bir de o sofralara oturup, lütuf gibi yoksulluğu gösteriye dönüştürüyorlar. Dahası kendilerinin envai çeşit besinle donatılmış sofraları yokmuş gibi patates-soğan dağıtıyorlar, dağıtırken de yine poz kesip, gösteri yapmayı ihmal etmiyorlar. Bu yoksulluk gösterisinin ardında yatan neden, fail soframızda, patates çuvalının başında görünmez oluyor. Oysa yoksulluk gözümüzün önünde. İnsanlar işsiz, yoksulluk sınırı (9 bin 395 lira) birçoğumuzun çalışsak bile ulaşamayacağımız bir miktar. Zenginler patronlarla el ele verip hakkımız olanı ortak sofralarda yiyorlar ve sonra yoksula patates-soğan dağıtıp, sofralarını gösterilerine alet ediyorlar. Yani bizim yoksulluğumuzun sebebi soframızda oturan politikacılarken biz onları soframıza kabul edip, gösterilerinin parçası oluyoruz ve kendi kendimize içinde bulunduğumuz durumun nedenini görünmez kılıyoruz.

Oysa yoksulluk birilerinin gösterisinin parçası olamayacak kadar aleni; çamurlu yolları, titreten soğuk evleri, yer sofralarını aşalı çok oldu, her gün insanlar intihar ediyor ve bunu konuşmuyoruz bile; haberlerin içinde kaybolup gidiyor yüzler. Bu insanlar, hak ettikleri yaşamı bulamadıkları için, dünyada onları tutacak bir imkân yaratılmadığı için gidiyorlar. Öylesine bir gidiş de değil bu, aynı zamanda bir söz söyleyerek gidiyorlar, ölümü cümleye çeviriyorlar. Çünkü insanın elinde hiçbir şey kalmadığında beden tek direnme ve söz söyleme aracına dönüşür. İnsan, dünyadan hakkını alamayacağını fark ettiğinde bedenini yaralar, yakar, intihar eder; kendisine zarar vermek, varlığını anlatma çabasına dönüşür. David Le Breton bedenini böylesi bir araca dönüştürmekten şöyle bahseder: “Bedeni tahrip etmek türün bedenine bir saldırıdır, insani biçimleri bozar ve böylece sıkıntı ve isyanı doğurur. Kendi bedenini yaralayan ya da yakan biri çağdaş toplumlarımızda pek revaçta olan düzgün, kusursuz, bedene karşı küçümsemelerini ve kayıtsızlıklarını açığa vurur. Bedeni toplumsal olarak kuşatan yaygın kutsallık bozulmuş olur. Yaygın deyişle bedenine “zarar veren” bir tür ayrılıkçıdır”(2) der. İnsan, bedenine zarar verecek noktadaysa, onun elinde kalan son çaresi olduğu içindir, sesini duyanın, derdine çare bulanın yokluğundandır. Onların bedeninin gidişi tüm insanlığın bedenini yaralar, öyle olması gerekir, sonlu varlık olduğunun bilinciyle krizleri bitmeyen insana ölümü bedeniyle gösteren insan, “ayrılıkçılık” yapar, tek amacı kendinin hayatta kalması olan, yaşamı şeyleşmiş, ölümden kaçan kutsal insanın bedenini aşındırır. Bu nedenle bahsettiğimiz “yoksulluk intiharları”nın söylediği sözü duyulur kılmak önemli, daha fazla insan çaresizliğe itilmeden, soframıza dadananların gösterilerine alet olmak yerine onları soframızdan kovmak için gecikmemek gerekiyor; bizi sadece göstermeye çalışanları, yukarıdan tepemize patates çuvalı atanları bunun sebebinin kendileri olduğunu haykırmak gerekiyor. Marguerite Duras’ın yukarıda bahsettiğimiz metninin annesi şöyle der: “Size son kez söylüyorum, bir şeyler için yaşamak gerek ve belirsiz bile olsa, yeni bentlerin umudu değilse, cesetlerin, hatta Kam’daki üç tapu memurunun aşağılık cesetlerinin umudu olacaktır bu. İnsanın yiyecek hiçbir şeyi yoksa her şey kolaydır.” Muhatabı bellidir annenin, topraklarına çöken sömürge memurlarınadır sözü, yapmaya çalıştığı bent yıkılmıştır, tekrar inşa etmek tek umududur ama onu da kaybetmek üzeredir, anne sözünü hiç geciktirmez, bir cevap alamasa bile devamlı mektuplar yazar, çaresiz ve yoksuldur ama “bir şeyler için yaşamak gerekir”. Yoksulluğun bunca insanı nefessiz bıraktığı bir ortamda o yaşama sebebini inşa etmek gerekir, yoksa yine annenin söylediği gibi, “insanın yiyecek hiçbir şeyi yoksa her şey kolaydır”, ölüm bile.

Yoksulluk, işsizlik, pandemi, intihar… Ölüm yaşamın bu kadar içindeyken ve bunun en görünür sebebi açlık ve yoksullukken, çalanları, her gün lokmamıza ortak olanları, failleri işaret etmek gerekiyor. Necmi Erdoğan, “yoksullar ve zenginler arasındaki ilişki karşılıklı bir görmek istememe ilişkisidir”(3) diyor. Zenginler yoksuldan göz çeviriyorlar, patronlar haklarımızı vermiyorlar, politikacılar soframıza oturup politik çıkar için gösteri yapıyorlar. Belki de bu “görmek istememe” ilişkisini bozmak gerekiyor, yaşamımızı bunca yoksulluğa, umutsuzluğa mahkum edenleri, failleri görünür kılmak gerekiyor çünkü onları görmek demek bizden çaldıklarını da görmek demek.

  1. Duras, M., (1996), “Pasifik’e Karşı Bir Bent”, (Çev. Nedret Tanyolaç Öztokat), İstanbul: Can Yayınları.
  2. Breton, D., (2011), “Ten Ve İz ‘İnsanın Kendisini Yaralaması Üzerine’”, s. 131, (Çev. İsmail Yerguz), İstanbul: Sel Yayıncılık.
  3. Yoksulluk Halleri ‘Türkiye’de Kent Yoksulluğunun Toplumsal Görünümleri’, s. 51, (2016), (Der. Necmi Erdoğan), İstanbul: İletişim Yayınları.

Emek Erez Kimdir?

Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.