Yoksunluğumuz öyle derin ki
Yitirdiğimiz her şey arkamızda, çöl bile diyemeyeceğiz yoksunluk ülkesinin savrulan, üstelik ne yana savrulduğunu bile idrak edemeyen yurttaşlarıyız. Ne geçmişte ne bugündeyiz.
Bugünlerde yoksun olduğumuz şeylerden ne çok bahsediyoruz. Belki de şöyle ifade etmeli: O kadar çok şeyden yoksunuz ki anlattıklarımız, anlatacaklarımız hep onlar üzerine. Gösterdiklerimiz ise tam tersi…
Değerler sisteminden, adaletten, eğitimden, eşitlikten, uzmanlıktan, bilgiden, düşünceden, sorgulamaktan, üretmekten, dürüstlükten, tokluktan, tahammülden, anlayıştan, görgüden... Yoksunuz. Birinin yokluğu diğerininkini derinleştiriyor. Tüm bunlardan mahrum olunan bir ortamda kim hakkı olanı alabilir? Kim kimi sever, sevebilir?
Yoksun bir yaşam kaçınılmaz şekilde şaşkınlığı ve umarsızlığı getiriyor. Yaşanan şaşkınlık, vitrinlerdeki tam tersi görüntüden dolayı. Görselliğiyle ön plana çıkan sosyal medya araçlarını biraz takip edince, nelerden yoksunsak onların varlığıyla boğuluyoruz. Özellikle video ve fotoğraf paylaşımı üzerine kurulu olan uygulamalarda sahte bir varsıllık, güzellik, hoşluk, ferahlık arzı endam ediyor.
Neden böyle kullanılıyor sosyal medya? Tomris Uyar, ta 1970’lerde teknolojik yeniliklerin hızla hayatımızda yer etmesi konusunda çok yerinde bir saptama yapıyor. O gün için televizyondan, videodan bahsediyor. Bugün bu tespitin sosyal medya için geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Uyar, yenilikleri hızla kabul ettiğimizi ancak değerler sistemine yerleştiremediğimizi söylüyor. Ne acı, hâlâ haklı. Belli bir eğitim düzeyine gelmeyen (gelemeyen) kitlelerin teknolojiyi kendilerini eğitmek adına değil de kişisel doyuma ulaşmak, gösteriş için kullanacaklarının altını çiziyor.
Bugün, olmayanın varmış gibi gösterilmesinin kişisel doyuma ulaşmanın birincil yolu olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Ne de olsa artık neyin gerçek olduğu değil, neyin onaylandığı önemli.
Tomris Uyar’dan sonra Füsun Akatlı’dan el alacağım. Böylelikle edebiyatçı duyarlılığıyla basamakları çıkıp bugüne uzanayım. Akatlı “Zamanın Minesi Soldu” adlı denemesinde değerlerini yitirmiş toplumun bireylerini ikiye ayırıyor. Geçmişe tutunanlar ve bugünün akıntısına kapılanlar… “Değerlerin ufalanıp savrulmuş olduğu bir nesnel konjonktür içinde yaşamanın şaşkınlığı; kişide umutsuzluk, umarsızlık ve hüzün yaratıyorsa, geçmişten medet umma, anılara tutunma eğilimi ağır basıyor. Aynı güvensiz ve ayak altından kayan ortam; daha farklı bir kişilik yapısında olanları, söz gelimi ‘pratik’, uyum yeteneği gelişmiş, ‘mantıklı’ geçinenleri, bugünü yakalama telaşına sürüklüyor ve art arda ulanan ‘bugünler’, onları ‘dün’ kavramından koparıyor. Bellek yitiminden neredeyse gurur duyuyorlar ve hiç ‘dün’leşmeyecek olan sığ bugünlerinin akıntısına kapılıyorlar.”
Füsun Akatlı, biri geçmişe tutunan diğeri geleceğe yatırım yapan 90’lar Türkiye’sinin bu orta yaş kuşağının, toplumu zaman bilincinden yoksun bıraktığını söylüyor. Ve müthiş bir benzetme yapıyor: “Gündüz ördüğünü gece söken Penelope, ya da kayayı bir türlü doruğa ulaştıramayan Sisyphos bile, 90’lar Türkiye’sinin insanlarından daha bahtlı sayılmalı. Hiç olmazsa, bir gergef ve bir kaya vardı!”
Şimdiyse yitirdiğimiz her şey arkamızda, çöl bile diyemeyeceğiz yoksunluk ülkesinin savrulan, üstelik ne yana savrulduğunu bile idrak edemeyen yurttaşlarıyız. Ne geçmişte ne bugündeyiz.