Yol ayrımında kurumlar nerede duracak?
Seçimleri yürütecek, denetimi sağlayacak ve sonucunu açıklayacak kurumlara güveniyor muyuz? Türkiye’nin çok partili hayata geçerken yaşadığı en büyük sıkıntıydı bu. Bu sıkıntı yaratılan kurumlarla aşıldı. Hem tarihten hem de çağdaşlarımızdan öğrenmek gerek. Kritik bir eşikteyiz.
Uzun zamandır ülkede yaşanan şahsi yönetim ve kurumların şahsiyetlerini kaybetmesi arasında belirleyici bir ilişki olduğu tezine dayanan yazılar yazıyorum. Şahsi yönetim ile kastım yaygın olarak kullanılan tek adam rejimi tezi değil. Türkiye tek adam tarafından yönetilmiyor, yönetilemez de. Fakat şahsilik, en tepeden en aşağıya şahsi ilişkilerle işleyen bir süreç içerisinde kurumların karakterinin ortadan kaldırılmasına dayanıyor. Kurumların şahsiyeti ile kastettiğim de bu ortadan kaldırılan şey: kurumların karakteri. Uzun bir süreç içinde farklı dengeler ve tarihsel süreçlerin içinden geçerek gelişen, olgunlaşan, kendini uyarlayan teamüllerin yerini, şahsi yönetim tarafından atanmış bir şahsın almasından bahsediyorum. Yani kamusal bir kudretin her kademede kişiselleşmesi. Özel bir bağa dönüşmesi. Bu dönüşümün yol açtığı birinci sonuç kurumun sağladığı güvencelerin yerini, kurum yöneticisinin iki dudağının arasından çıkan kararın alması. Yani artık ilişkinin zeminini, kurumun karakterini belirleyen teamüller, hatta yönetmelik ve yönergeler değil kuruma şahıs tarafından atanan bir başka şahsın karakteri belirliyor. Şahsın karakterini belirleyen ise zincirleme şekilde dizilmiş şahıslar oluyor. Dolayısıyla güvence ortadan kalkıyor. İkinci sonuç, haliyle bu şahsiyetsizleşmenin ceza ve ödül pratiklerini tamamen değiştirmesini sağlaması. Şahıslar zinciri ile ilişkili bir suçu araştıran ve kitaba sadık kalan bir rapor hazırlayan bir müfettiş çeşitli biçimlerde cezalandırılırken tam aksi örnekler ödüllendiriliyor. Bu şahısseverlik bir yandan sebepsiz zenginleşme için fırsatlar yaratıyor bir yandan da cezasızlığın yarattığı güvenceler ile büyük siyasi suçların kapısını aralıyor. Bu kapılardan yolsuzluk da geçiyor, uyuşturucu kaçakçılığı da cinayet de.
SEÇİMLERE GİDERKEN KURUMLAR
Açıklamaya çalıştığım ilişkiler bakımından istisnasız her kamu kurumundan örnekler bulunabilir. Gerçekliğimizin ağırlığını görebilmek için İçişleri Bakanı’nın fotoğraf arşivine, rejimin ortağı partinin liderinin vatanseverlik adına çetecilik yapan suç örgütü yöneticileriyle ilişkisine, o suç örgütlerinin işledikleri cinayetlerin niteliğine bakmak yeterli. Görüş biraz da genişletilmek isteniyorsa, birkaç yakın tarih araştırması okunabilir. Bunun bir de kültürel arka planı var. Kurtlar Vadisi ile başlayan Abdülhamidçilik pompalamasıyla devam eden Türk – İslamcı propaganda, çok uzun yıllardır suç ilişkilerini, “devlet yararına” olduğunda aklamak üzerine kurulu. Bunun da elbette bir karşılığı var. Kamu kadrolarının, atamayı partiye ve lidere sadakat kriterine göre yapanın cezalandırma yetkisine de sahip olduğu hiyerarşik ilişki içinde doldurulması ile suç ilişkilerinin kültürel düzeyde meşrulaştırılması birlikte işliyor. Her türlü sebepsiz zenginleşme -vatanseverin kurşun sıkma (ve çalıp çırpma ve yasadışı madde ticareti yapma) hakkı- cezasızlık…
Türkiye için önümüzdeki altı ay içinde yapılacak olan seçimlerin olağan bir seçim olmayacağına ilişkin işaretler bugün başlamadı. “AKP, iktidarı devreder mi?” sorusunu 2017 yılında, 16 Nisan plebisitinin arından ve OHAL sürerken sormuştum. Kurumların kadroları kadar karakterinin de muazzam bir hızla dönüştürüldüğü bir dönemdi. Kurumların kurumu olarak anayasanın karakteri, hepsinden daha hızlı biçimde aşınmıştı. Aradan 5 yıl geçtikten sonra AKP-MHP’nin barışçıl yollarla iktidarı devredip etmeyecekleri sorusu çok daha yaygın olarak sorulmaya başlandı. Bunun nedeni basit: Şahsileşme, karaktersizleşen kurumlar dolayımıyla hayatımıza o denli sokuldu ki kamu yararına hareket ettiği iddiasını hala taşıyan kurumlar aracıyla şahsi intikamların alınmadığı yurttaş sayısı herhalde MHP liderine sadakatinden şüphe edilmeyen birkaç yüz bin insan ile sınırlı artık. Sanırım mesele açık. Seçimler bir tür varlık – yokluk mücadelesi olarak tanımlanırken seçimlerin yönetiminden ve denetiminden sorumlu “kurumlar” ne yapacak?
TARİHTEN VE ÇAĞDAŞLARIMIZDAN ÖĞRENMEK GEREK
Bu sorunun önemini tartışmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Ama çok yakın zamanlı örnekler var. Birleşik Devletler’de Trumpizmin seçimleri suistimal etmesinin önünü kurumlar kesti. Ordunun seçimlere müdahale etmemesi talebiyle yaşayan tüm savunma bakanlarının yayımladığı deklarasyon var örneğin. Mahkemelerin kendilerine açılan telefonlara rağmen verdikleri kararlar var. Çok daha yakın bir örnek olarak Bolsonarizm seçim yenilgisinin ardından Seçim Kurulu’nun verebildiği karar var. Bunlar kurumların kritik süreçlerde karakterini korumasıyla ilgili.
Önümüzde HDP kapatma davası var. Selahattin Demirtaş’ın AYM Başkanı’na yönelttiği soruları çok anlamlı buluyorum. Çünkü AYM’nin vereceği kararın hukuki olmaktan ziyade siyasi hesapların bir parçası yapıldığı bizzat rejimin dilinden ve eylemlerinden anlaşılıyor.
Önce CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu ardından İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı hakkında yapılan propaganda ve siyasi olarak cezalandırma süreçleri bakımından tüm kurumlara yapılacak çağrılar, sorulacak sorular aynı derecede önem taşıyor.
Seçimleri yürütecek, denetimi sağlayacak ve sonucunu açıklayacak kurumlara güveniyor muyuz? Türkiye’nin çok partili hayata geçerken yaşadığı en büyük sıkıntıydı bu. Bu sıkıntı yaratılan kurumlarla aşıldı. Muhalefetteki Demokrat Parti’nin 1946-1950 arasındaki mücadelesinin ana ekseni buydu. Sonradan kurumları kendi denetimine alma çabasına girişse de.
Hem tarihten hem de çağdaşlarımızdan öğrenmek gerek. Kritik bir eşikteyiz.