Yollar, yolculuklar, mekânlar, dönüşen anlamlar
Geoff Dyer’in 'Beyaz Kumlar'ı, evlere kapandığımız bir dönemde, bizi dünyanın başka yerlerinde dolaştırıyor. Düşünürlerin eserlerini verdiği evlere, örneğin Adorno’nun evine misafir olabiliyorsunuz.
Dünyanın salgınla baş etmeye çalıştığı bir dönemde yollara düşüp, seyahat etme fikri günden güne zora giriyor. Oysa bulunduğumuz yerden başka bir yere doğru uzaklaşmak, başka mekânlarla ilişkilenmek, karşılaşmalar yaratmak bir şekilde insanı, dünyanın ve insanın sabit olmadığı fikrine de yaklaştırıyor. Onfray’ın belirttiği gibi: “Dünya görünen dünya değildir zira tasarımların çekim merkezi bizi kurgularla aldatır. Bir harita elimizde dünya olduğunu haber verir, dünyanın gerçekliğini değil.”(1) Bu nedenle yola çıkmak aslında dünyaya dokunmak, onun gerçekliğiyle bağ kurmak gibi farklı anlamlara gelebilir. Yolculuğun da farklı şekilleri vardır, mesela, bir gezgin için yolculuk belli bir planla yola çıkmanın ötesinde, dünyayı algılamak, doğaya karışmak, sınırsızca yollarda olmak ve evini içinde taşıyıp dünyanın her yerini ev olarak tahayyül edebilmektir genellikle.
Bir de belirli bir amaçla, planlanmış seyahatler vardır; bazen bir sanat eserini görmek, bazen dünyanın geçmişinden izler taşıyan bir kalıntıyı merak etmek, bazen de sevdiğiniz bir yazarın, filozofun yaşamından parçalar bulmak için yola çıkılır. Geoff Dyer’in, Everest Yayıncılık tarafından, Muammer Pehlivan çevirisiyle basılan, 'Beyaz Kumlar' adlı kitabı bu bağlamda düşünebileceğimiz bir kitap. Gerçi yazar bu kitabın bir gezi metni olmadığında ısrarcı, bir yandan bu fikre katılabiliriz çünkü anlaşılan metin, seyahat notlarından çok yazarın gezdiği, gördüğü yerleri ve yaşadıklarını farklı türleri iç içe geçirerek, anılarından inşa ederek ortaya çıkardığı bir eser. Ama bende uyandırdığı, (bu yola çıkma fikrine duyduğum özlemden kaynaklı olabilir) daha çok yola çıkmak ile ilgili bir metin okuyormuş hissi oldu. Dyer, seyahatlerinde bazen bir tablonun izini sürüyor, bazen sadece merak ettiği için yola düşüyor, bazen de gittiği yerde yaşamış bir yazarın metniyle diyaloğa girerek gezdiği yeri anlatıya taşıyor. Yaşadığı deneyimler, karşılaştığı farklı insanlar, mekânın bulunulan coğrafyayla ve zamanla ilişkisi, turistik bir yere yapılan gezilerin getirdiği sorunlar ve mekânlara kazandırılan turistik anlamlar da sorunsallaştırılıyor metinde. Ayrıca, kurguyla gerçeğin belirsizleştiği, öyküleme tekniğiyle oluşturulmuş metinlerin de kitapta yer ettiğini hatırlatalım. Ama her durumda yazarın yola çıkışı, onun getirdiği bazen aşk bazen tehlike dolu sürprizler, keyifli bir okuma deneyimi sunuyor. Bu kitabı, girişte alıntı yapılan Annie Dillard cümlesinin sonu iyi ifade ediyor bana kalırsa: “Bu dünyaya bir kere geliyoruz, onu biraz anlamaya çalışabiliriz.” Dyer’in yapmaya çalıştığı da bu, dünyayı biraz anlamaya çalışmak, bir kayada, bir sahilde kumda, bir tapınakta dünyanın yüzeyine biraz daha yaklaşmak, ona dokunmak.
MEKÂNDA TURİZM ETKİSİ
Geoff Dyer, ölümünün yüzüncü yılı nedeniyle Gaugin ve egzotiğin baştan çıkarıcılığı hakkında bir yazı yazmak için Londra ile Fransız Polinezyası arasında iki yolculuk yapıyor. Gaugin’in izini sürmek amacı hissedilen bu yolculukta, Tahiti’ye ulaştığındaki karşılanma sahnesi mekânın büyüsünün turizm atmosferiyle kesilmesinin iyi bir örneğini oluşturuyor fikrimce, şöyle yazıyor bu durumu Dyer: “Göçmenlik bürosundan nemli, şafak öncesi karanlıkta geçerken bana gülmüyor, tatlı tatlı gülümsüyorlardı; beni ve diğer turistleri yaratılışın ilk günkü kadar taze kokan çiçekleriyle karşıladılar. Tatlı kokulu tropik çiçeklerden yapılmış kolyelerle selamlanmak her zaman hoştur ama bunda çoğu zaman ruhu yıkan bir şey vardır. Sevimli bir karşılama geleneği baştan başa o kadar ambalajlanmış ve ticarileştirilmiş ki çiçekler taze ve yabani olmakla birlikte yapay da olabilirdi.” Bu da aslında mekânların turistikleşmesinin göstergesi olarak karşımıza çıkıyor, kapitalist dünyada bir yerin değeri onun üzerinden ne kadar para kazanırım fikriyle örtüştüğünden, bir ressamın bir zamanlar yaşadığı yer ve oranın yaşayanlarının değeri de nesneleşmiş oluyor. Dyer’in seyahatlerinde, bunun yansımasına sıkça rastlıyoruz bu hem gezgini -çünkü bir yere ulaşan sadece ticari gelir elde edilebilecek bir nesneye indirgeniyor-hem de gidilen yerle kurulacak ilişkiyi ticari boyuta taşıyor. Böylece, oraya gidenin alacağı manevi haz da etkileniyor çünkü böyle bir gezi güzergâhı belirlenmiş bir hatta, uymak zorunda kaldığın kurallarla, seni belli bir düzene uyduran bir ziyaret haline gelebiliyor. Bu nedenle yazarın şu cümlesinin de söylediği bir şeyler var: “On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Gaugin’in buraya ilk geldiği zaman burada olmak muhteşem bir şey olmalıydı ya da biz öyle düşünüyoruz…” Gaugin için başka anlamlar ifade eden yer şimdilerde turizm nedeniyle dönüşmüştü, bu nedenle Tahiti şimdide oraya gidenler için görmüş kadar görmemiş olmayı da içeriyor, Dyer’in deneyiminden böyle bir fikre kapılıyoruz en azından. Çünkü bir mekân turistik faaliyet alanına indirgendiğinde öne çıkartılan şey o yerin ve coğrafyanın anlamını da etkiliyor. Gereksiz şatafat, lüks oteller sadece gelenlere dönük yürürlüğe konmuş pratikler, o mekânın gerçekliğiyle değil yaratılan yapay görüntüsüyle buluşmak anlamına geliyor, tıpkı karşılamadaki taze çiçeklerin yapay olsalar da bir şeyi değiştirmeyeceği gibi. Yazarın bu gezisi bu nedenlerle biraz hayal kırıklığı oluyor, görmek istediği tablonun o an gösterimde olmaması da cabası. Dyer’in kitabı bu nedenle klasik yollara düşme hikâyelerinden farklılaşıyor, yolun getirdiği sürprizler, günümüzde Thoreau’nun veya Hesse’nin metinlerinde karşımıza çıkan, o yola çıkışların imkânının da kaybedildiğini hatırlatıyor çünkü dünyanın gidip görmek, kaçmak isteyeceğimiz yerleri her gün bir bir kapitalist şirketlerin ticari faaliyet alanına dönüştürülüyor.
ANI DONDURMAK
Dyer, Çin’e yaptığı yolculuğun son gününde “Yasak Şehir”e yaptığı geziyi anlatıyor. Bu yazının atmosferi okura, gidilen yerde son gün olmasının duygusunu getiriyor, ilginçtir gezilerin son günü beklenmedik sürprizlere gebedir. Son anda ayrılacağını bilmenin etkisiyle belki her şey daha fazla haz vermeye başlar ve geçirdiğiniz günlerin yetersiz kaldığı duygusu içinizi kaplar. Dyer de bu gezinin son gününde âşık oluyor, gitmesine saatler kala gelen bu sürpriz, ona biraz burukluk hissettiriyor. Ancak bu geziyle ilgili asıl bahsetmek istediğim konu fotoğraflar. Bir yere gidilince çekilen fotoğraflar o anı ölümsüzleştirirken, bir anlamda kişinin orada bulunduğunu teyit eden bir kanıt anlamına da gelir. Hele ki günümüzde yaptığımız her şeyin görüntüsünü alıp paylaşmanın günlük hayatın parçası olduğu düşünülürse, fotoğraflar için artık gezilerin olmazsa olmazı diyebiliriz. Dyer, “Yasak Şehir” gezisinde karşılaştığı ve hoşlandığı Li ve arkadaşlarıyla, gitmesine saatler kala akşam bir mekânda buluştuğunda oluşan fotoğraf çekme sahnesinden şöyle bahsediyor: “Ancak bir an bu kadar mükemmelse bunu korumak, fotoğrafını çekmek gerekir. İnsanlar iyi vakit geçiriyorlarsa iyi vakit geçirdiklerini göstermek ve kanıtlamak için fotoğraf çekerler. Herkes fotoğraf çekiyordu, sadece bizim grubumuzdaki insanlar değil, herkes. Ne anlamı var bunun? Bu fotoğraflar büyülü akşamların büyüsünü asla yakalayamaz, sadece gözleri kızaracak kadar sarhoş olan ve birbirlerinin fotoğraflarını çeken insanları gösterir; ama fotoğraf çekmek o anın bir parçası ve kanıtıdır.” Fotoğraf çekmek gezilerin ve toplanılan masaların vaz geçilmez bir parçasıdır, o anın “büyüsünü” tam yakalayamasa da. Ama işte o an dediğimizin sınırsız olduğu bir çağda yaşıyoruz, fotoğraf artık sadece büyülü ânın değil her ânın gösteriye dönüştürüldüğü bir faaliyet bu nedenle gezilerde çekilen fotoğraflarda da belki bundan sonra sadece etkilendiğimiz, göstermek istediğimiz zamanı değil onun her parçasını göstereceğiz, gösteriyoruz da.
Geoff Dyer’in, 'Beyaz Kumlar' adlı kitabı, evlere kapanmak zorunda kaldığımız bir dönemde, bizi dünyanın başka yerlerinde dolaştırıyor. Düşünürlerin eserlerini verdiği evlere, örneğin Adorno’nun evine misafir olabiliyorsunuz. Veya otostopla arabanıza aldığınız bir yolcunun yakınlarda bulunan hapishaneden kaçtığını fark edip ne yapacağınızı bilmez hâlde gergin bir yolculuğa eşlik ediyorsunuz. Dyer ile birlikte gezerken, günümüz gezi anlayışındaki değişimleri takip edebiliyor, mekânların turizm faaliyeti için düzenlenmesindeki sorunları görüyor, kaybedilen anlamlara kafa yoruyorsunuz ayrıca, üretilen bir eserin o mekânla nasıl bir ilgisinin kurulabileceğini de sorguluyorsunuz. Başka yerlerde, başka zamanlarda dolaşmak, dünyanın farklı yüzeylerine dokunmak, bir yandan da geziler ve yolculuklar hakkında düşünmek isteyen okurun ilgisini çekecek bir metin bu nedenlerle 'Beyaz Kumlar'.
- Onfray, M., (2017), “Yolculuğa Övgü ‘Coğrafyanın Poetikası’”, (Çev. Murat Erşen), İstanbul: Redingot Kitap.
Emek Erez Kimdir?
Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.
Platonov yazıları: Umutlu zamanlar, edebiyat, emek ve trajedi 24 Mayıs 2024
Güç bir kişide toplanırsa 17 Mayıs 2024
‘Umutsuz Karakterler’: Sınıfsal hezeyanlar, ayrıcalık kaybı endişesi 03 Mayıs 2024
Hayvanlarla ilişkiyi yeniden düşünmek için mitoslar 26 Nisan 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI