YSK’ye güvenmemek
Muhalefet, YSK’ye ilişkin, seçim kurullarının oluşumuna ilişkin güvenceler talep etmiyor da anayasaya aykırılıkla başlayan bir yarışta ben de koşacağım diyor. Atlardan birinin “yemlenmiş” olduğunu en az siyasetçiler kadar bilen “seçmen”in daha iyi çalıştırılmış olan ata oynayacağını da nereden çıkarıyor? “Seçmen”in yerine halkı koymak, politikaya soyunmak neden bu kadar zor? Bu soruları derin bir can sıkıntısıyla soruyorum.
Türkiye’de iktidar olmak için yarışan en güçlü muhalefet partisinin lideri Yüksek Seçim Kurulu’na güvenmediğini grup toplantısında tekrar etti. Tekrarın gerekçesi Erdoğan’ın anayasaya aykırı cumhurbaşkanlığı adaylığına sesini çıkarmamasına ilişkin verdiği demecin yarattığı tepkiye bir cevap vermekti. Verdiği cevapta da yeni bir şey söylemedi. Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığı hukuksuzdu ama seçim alanındaki hukuku uygulayacak olan da hukuksuz hareket edeceği için bu merciye itirazın bir anlamı yoktu.
Bu talihsiz açıklamayı sürdürdüğüne göre Kılıçdaroğlu, seçimlere ilişkin hukuki olmayan sonuçlarla karşılaştığında da bir yanıt hazırlamış olmalı. Mesela “biz demiştik”; “zaten yapacakları belliydi”; “seçim sonuçlarına yapılan itirazlar taraflı bir kurulca belirlendi” diyebilir. Peki ne olacak? Türkiye halkı geleceğine ilişkin bir karar verdiğini sanırken, çok önceden verilen kararlar oyları sayanlarca uygulanırsa Kılıçdaroğlu ne yapacak?
Demokrasi talebine sokakların kapatılmasında CHP liderinin tavrını biliyoruz. Halkın kendini ifade biçimlerinden en güçlüleri, Kemal Bey’in “bilge siyasetince” kenara itildi. Örgütlü, kendini ifade eden bir halk hareketinin önü bizzat iktidarın en güçlü alternatifince kapatıldı. Bilge siyasetçinin aklında kurucu siyasetin öznesi olarak halk yok, “seçmen” var. Seçmen ise halkın karakterinin tam karşıtı bir karakter ile tarif olunuyor. Hiçbir yaratıcı politika üretme kapasitesi taşımayan, suyuna gidersen sana ses çıkarmayacak, hatta biraz daha suyuna gidersen oy bile verebilecek sağcı kitlelerden oluşuyor seçmen diye düşündükleri. Türkiye bir kurucu politika anındayken, bu iddia bizzat “bilge siyasetçi”ye aitken halk siyaset alanından elitler aleyhine düşürülüveriyor. Kemal Bey, ülkedeki en kritik yasalar çıkarılırken, en kritik yargı kararları açıklanırken halkın yaratıcı kapasitesini beslemek yerine elit bilim insanlarıyla, para babalarıyla, elit meslek sahipleriyle toplantılarda beliriyor.
Meselenin bu boyutunu bu haftalık bir kenara bırakıp son tartışmaya dönmek istiyorum. Kılıçdaroğlu’nun söylediği doğru. YSK, seçim güvenliği ve adaleti bağlamında güvenilir bir kurum olmaktan çıktı. Peki bu doğru siyasal bir perspektiften nasıl anlam kazanır? Örneğin CHP bir yıl önce değiştirilen seçim kanununda yargı denetimi bakımından yapılan değişikliklere ilişkin nasıl bir kampanya yürüttü? Ya da YSK’ye ilişkin “siyasal” bir tedbir düşünüldü mü? Örneğin Türkiye’de bir demokrasiyi mümkün kılmak, siyasal iktidarın olağan yollarla değişebilmesinin güvencelerini oluşturmak için bir kampanya ortaya koydu mu? Bir doğruyu, sıradan bir yurttaş olarak benim söylememle, bilge siyasetçinin söylemesi arasında bir fark yok mu? Ya da bir yurttaş olarak ben doğrunun diğer yüzünü, anayasaya göre Erdoğan’ın önümüzdeki seçimlerde, eğer seçim kararı kendisi tarafından alınırsa aday olamayacağını söylerken, Kılıçdaroğlu’nun bunu söylememek için taklalar atmasını muhafazakâr hassasiyetlerle mi konuşacağız? Bu muhafazakâr hassasiyetlerin ortak hukukumuzdan daha kıymetli olduğu bir düzene, uymamız gereken şeyin ortak hukukumuz değil de bu hassasiyetlermiş gibi sunulmasına karşı hukuk devletini savunmuyor muyuz?
Anayasaya, ya da çok daha geniş anlamıyla hukuka uymak bir tür irade göstermektir aslında. Hukuk, karşılıklı taraflar arasındaki ilişkiyi düzenleyen, taraflarca kabul edilmiş kurallardan oluşur. Taraflardan biri kuralı uygulamayacağı yönünde bir irade beyan ederse ve bu taraf hukukun zorlayıcı gücünün, zor aygıtının denetimini sağlıyorsa bu hukuk ortadan kalkar.
Türkiye seçime giderken birçok ilginçliğin içinde. Seçim tarihi Erdoğan tarafından işaret edildiğinden beri neredeyse her tarih, her sebep ve her sonuç sürekli sizi içine çeken bir bataklığa dönüşüyor. Bunun nedeni açık, artık seçime ilişkin iktidar ve muhalefet güçleri tarafından uzlaşılmış, kurallara uyulacağına ilişkin iradelerin beyan edildiği bir durum yok. Bu durumda elbette seçime ilişkin bir hukuk da yok. Erdoğan seçimde hukuka aykırı olarak aday olabiliyorsa başka şeyler de yapabilir sonucu da buradan çıkıyor.
Sorum şu. Muhalefet, müstebit rejimi neden bir irade beyanına zorlamıyor? Bunu zorlayacak araçları, seçime ilişkin ortak bir hukuk geliştirmeyi hedefleyen bir kampanyayı örgütlemiyor da Erdoğan anayasaya aykırı olsa da aday olsun diyor? Örneğin YSK’ye ilişkin, seçim kurullarının oluşumuna ilişkin güvenceler talep etmiyor da anayasaya aykırılıkla başlayan bir yarışta ben de koşacağım diyor. Atlardan birinin “yemlenmiş” olduğunu en az siyasetçiler kadar bilen “seçmen”in daha iyi çalıştırılmış olan ata oynayacağını da nereden çıkarıyor? “Seçmen”in yerine halkı koymak, politikaya soyunmak neden bu kadar zor? Bu soruları derin bir can sıkıntısıyla soruyorum. Çünkü Erdoğan rejiminden sıtkım sıyrıldı ve demokratik bir geleceğe atılacak her adım beni heyecanlandırıyor, umutlu duygular yaratıyor. Peki bilge siyasetçi bu heyecanı bir can sıkıntısına, yaratıcı duyguları seçmen davranışının ölçülmesine indirgeyerek ne amaçlıyor. Halkın aklının ermeyeceği şeyler olsa gerek. Fakat sonuçta ortak bir hukuk olsun - olmasın, ortak hukuku koruyacak ya da yeni bir hukuk inşa edecek olanın da bir takım hassasiyetler değil, halkın ortaklaşan iradesi olduğunu gözden çıkaran anamuhalefet, bu tavrıyla çoktandır terk ettiği politikanın daha da dışına çıkıyor.