Yüksekten düşerek ölen kadınlar
İnsanların hangi acıları görmezden geldiğine ya da bunu bilince çıkaramayacak düzeyde, neyi gerçekten “görmediğine” bakarak da düşünüşleri hakkında epeyce fikir edinilebilir. Daha insanca, daha güzel, daha iyi bir gelecek umudu için, ucu bize dokunmayan, uzaklarda olup bittiğini varsaydığımız acıları görmemiz gerekiyor...
Kendinden olmayana karşı körlük, insanın dünyada iyi koşullarda yaşama, hatta sadece yaşama hakkını sadece kendisi ve benzerleri için gözetmesi korkunç bir şey. Bu cümleyi gündelik bir sohbette, herhangi birine söylerseniz pek karşı çıkan olmaz. Öyledir tabii ki! Sohbet azıcık ilerleyecek olursa her türlü ayrımcılığın bariyerine çarpmanız çok olası “ama”. Çünkü ırkçılık, cinsiyetçilik, her türden ayrımcılık pek de öyle “dur bir ayrımcılık yapayım” ya da “…’lardan nefret ediyorum” diye yazılarak, söylenerek yapılan bir şey değil. Üzerine yeterince düşünülmemiş, dile sızan, dilden sızan ifadelerde gizli. Çoğu insanın bunlardan azade olduğunu düşündüğü yerlerde sinsice serpilip her yeri kaplayan bir zehirli bitki.
İnsanların neyi görmezden geldiğine ya da bunu bilince çıkaramayacak düzeyde, neyi gerçekten “görmediğine” bakarak da düşünüşleri hakkında epeyce fikir edinilebilir.
Bir gencin ölümünden söz etmek hemen hemen herkesi üzer. “Ama” ölen ya da öldürülen genç örneğin Suriyeli ise, acı, bir kısım insan için daha az özdeşleşilebilir bir hal alıverir. Konuşma bir adım sonra üzüntüden öfke ya da umursamazlığa doğru, başka bir seyre savrulabilir. “Kürt” derseniz de çoğunlukla bir perde geriliverir araya, hemen hissedersiniz. Biri zaten orada olmaması gereken bir parazit, öbürü büyük ihtimalle teröristtir çünkü, belli bir bakış açısına göre. “Güneydoğulu”, bir nebze daha kabul edilebilir bir sınır çizer. Burada “olsun, o da insan” cevabıyla, ayrımcılıkların en kendini hoşgörü kisvesi altında gizleyeniyle karşılaşabilirsiniz. Ya da “Kürt demeye ne gerek var/Niye kadın olduğunu belirtiyorsun, erkekler ölmüyor mu?” türünden tepkilerle karşılaşırsınız. Ayrımcılığın tipik bir özelliği, ölüme yol açan koşulların zaten o kimliğe yöneltilen nefretle ilintili olduğunu, nefretin tam da yok saymadan başladığını (da) görmezden gelerek üste çıkmasıdır: Hoş göremiyorsan, çarpıtma mekanizmasını kullan.
Dün Cizre’de dersaneye gitmek üzere evinden çıkan Abdulgaffar Dayan bir zırhlı araç çarpması sonucu 23 yaşında hayatını kaybetti. Kesin olmayan sayılara göre son 14 yılda yirmisi çocuk en az 41 kişinin güvenlik kuvvetlerine ya da devlet kurumlarına ait silahlı veya silahsız, zırhlı veya zırhsız resmî araçların çarpması sonucu öldüğü biliniyor. “Zırhlı araç çarpması sonucu ölüm” diye bir ölüm türü var ülkemizde… Hep Güneydoğu’da gerçekleşen bu ölümlere dair bugünkü Ümit Kıvanç yazısını okumanızı öneririm. Hemen hemen her acının büyük yankı bulduğu sosyal medyada bu ölümlerin gördüğü “ilgi”nin düzeyi insanın içine dokunuyor. Ve maalesef umuduna da. Ucu bize dokunmayan acılara en temel, insani tepkiyi vermemek, eşit, güzel bir gelecek hayalinin önündeki önemli engellerden biri çünkü.
Daha çok bilinen ama/yine de, ısrarla görünmez ölüm türlerinden biri de “düşen işçi ölümleri”. İSİG Meclisi’nin rakamlarına göre, 19 yılda en az 28 bin 500 işçi düşerek, ezilerek, göçükte, uçukta, kaçıkta, kaçakta can vermiş! Bu konuya dair de Umur Talu’nun Aralık’ta yazdığı bu yazıyı okumanızı öneririm.
Failin değil hayattayken gülen kadın yüzlerinin fotoğraflarıyla servis edilen kadın cinayetleri görece daha ortak bir üzüntü, tepki yaratıyor. Maktul ne kadar genç, “masum”, korunmasız görünüyorsa o denli özdeşleşilebilir oluyor, “benim kızım, benim kardeşim…” yakınlığına erişiyor muhayyilede. Gencecik kadınların gülen güzel yüzlerini bir cinayet haberinde görmek herkesin kalbini ister istemez kırar, bu olağan. Öldürülen nice kadınsa “görünmez” bile… Yine de nihayetinde öldürülen tüm kadınlar için aynı sorular hep cepte: “O saatte orada ne işi varmış, niye onu giymiş, iş görüşmesi diye niye tanımadığı adamın yanına gitmiş, o psikopatla niye görüşmüş, adamı niye terk etmemiş…” Faili değil kurbanı suçlayan bu liste uzayıp gidiyor.
Giderek artan kadın cinayetlerine karşı verilen ses görece yüksek olsa da, nedenlerine dair körlük devam ediyor büyük ölçüde. Dehşetli ayrıntılar içeren ölümler daha uzun süre gündemde kalırken, bazıları iyice görünmez halde. “Yüksekten düşerek ölen kadınlar”ın çoğu gibi…
Dün bir başka 23 yaşındaki genç, İzmir Konak’ta ailesiyle yaşayan Ece Baş 7. kattaki evlerinin balkonundan beton zemine düşerek hayatını kaybetti. Dengesini kaybederek düştüğü öne sürülen genç kadının ölümü, araştırılıyor.
Yüksekten düşerek ölmek gibi bir ölüm türü var kadınlar için ülkemizde… 2018’de Ankara'da bir plazanın 20'nci katından düşerek hayatını kaybeden Şule Çet'in aylarca "intihar mı cinayet mi?" diye tartışıldıktan sonra cinayet olduğu ortaya çıkan ölümü, iç yakıcı ayrıntılarına en çok hâkim olduğumuz vaka. Çoğunlukla intihar süsü verilmiş cinayetler bunlar. Sayıları giderek ürkütücü bir hızla artıyor. Milliyet’ten Çiğdem Yılmaz’ın haberine göre son iki yılda en az 28 kadın evde yalnız değilken, balkondan ya da pencereden düşerek hayatını kaybetti. Şüpheli olarak kayıtlara geçen bu ölümlerin çoğu henüz aydınlanmamışken, soruşturması tamamlanan bazı dosyalarda, intihar ettiği öne sürülen kadınların, öldürüldüğü ortaya çıktı.
Konuya dair bu haberde, Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü "Bu şekilde pencereden balkondan düşenlerin sayısı çok fazla. Bu nedenle bundan sonra ölen her kadın, şüpheli bir ölümdür. İster banyoda ayağı kaysın düşsün, ister apartman boşluğunda bulunsun, isterse de pencereden düşsün” diyor.
Yeni yılın sadece ilk 15 gününde 3 kadın, yüksekten düşerek öldü. Duvar’dan Meral Candan’ın haberi, her şüpheli ölüm dosyasının yeni şüpheli ölümleri cesaretlendirdiğini vurguluyor. Candan’ın görüştüğü, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu avukatlarından Rukiye Leyla Süren, bu vakaların tümünün ortak özelliğinin kadınların ölüm esnasında yalnız değil, erkeklerin yanında olmaları olduğunu belirtiyor. Süren, kadınların bu yüksek şüpheli ölümlerine çoğunlukla yeterli araştırma yapılmadan intihar denmesinin sebebinin de toplumsal cinsiyet bakışında aranması gerektiğini söylüyor. Toplumun kadınlarla ilgili “güçsüz, zayıf, iradesiz ve intihara meyilli oldukları” ön kabulünün etkisi yüksek bu ölümlerde. Çünkü katiller de bu varsayımın farkında. “İntihar der çıkarım işin içinden” diye düşünüyor. Aslında kadınların yüksekten atlayarak intihar etme eğilimi de erkeklere göre düşükmüş…
Uzmanlar, basına yansımayan vakalar da eklendiğinde sayının görünenden daha yüksek olduğunu belirtiyor. Hem yukarıda değinilen toplumsal cinsiyet kabullerinden hem de daha titiz bir olay yeri incelemesi gerektirdiğinden, yüksekten düşme sonucu ölüm, kadın katilleri için cesaretlendirici bir yöntem olmayı sürdürüyor. İstanbul Sözleşmesi’nin feshedildiği, her açıdan katillere daha elverişli bir zemin hazırlayan bu ortamda bu tür ölümlerle daha sık karşılaşılmaması için, konuyu her düzeyde daha görünür kılmak, ses vermek şart.
Kendinden olmayana karşı körlük, insanın dünyada iyi koşullarda yaşama, hatta sadece yaşama hakkını sadece kendisi ve benzerleri için gözetmesi korkunç bir şey. Daha insanca, daha güzel, daha iyi bir gelecek umudu için, ucu bize dokunmayan, uzaklarda olup bittiğini varsaydığımız acıları görmemiz gerekiyor.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI