Yükte hafif pahada ağır kitaplar
Orlando Poetry Art, 16’şar sayfalık 16 şiir kitabının yer aldığı bir seriyi okurla buluşturuyor. Serinin kitapları, yükte hafif pahada ağır çalışmalarla zenginleştiriyor şiir evrenimizi.
Orlando Poetry Art, şiir yayıncılığı açısından son dönemin önemli işlerinden birine imza attı. Her biri 72 adet basılıp numaralandırılan, 16’şar sayfalık 16 şiir kitabının yer aldığı bir seriye başladı. Özellikle koleksiyonerler açısından epey değerli olan, ‘small press’ olarak adlandırılan, sınırlı sayıda basılarak piyasaya verilen kitaplarla daha önce de karşılaşmıştık. Ancak Orlando Poetry Art’ın hazırladığı şiir serisi, ‘small press’ olarak yayınlanmakla kalmıyor, sayfa sayısından boyutuna, kapak ve iç tasarımına, içerdiği şiirlere kadar, aynı zamanda minimalist bir çizgi izliyor.
Zaten kitapların ilk sayfalarında yer alan metinde, yapılan işin “Bir şiir kitabının bütünlüğünü sağlayan hemen hemen tüm unsurların ‘estetik’ bir eleştirisi” olduğu vurgulanıyor ve “bir şiir kitabı ya estetiktir ya da basılı materyaldir,” denilerek, estetik vurgusunun altı özellikle çiziliyor. Aynı zamanda, yalnızca sayfa sayısı ve tasarım açısından değil, şiir sanatı açısından da minimalizmi savunan poetik bir duruş olarak kabul edebiliriz bu yayıncılık tavrını. Şiir bir eksiltme sanatıysa ve en güzel sözcüklerin en iyi şekilde yan yana gelebilmesiyse eğer, bir şiiri şiir yapan içerdiği sözcükler kadar, dışarıda bıraktığı sözcüklerdir. Salah Birsel, “Bir şiirin güzelliği kendi dışında bıraktığı sözcüklerin sayısıyla doğru orantılıdır,” dememiş miydi zaten?
O yüzden, bu 16 sayfalık 16 kitabın bazılarını damıtılmış şiir toplamları olarak okuyabiliriz. Elbette şiirler minimalize edilerek yazılmamıştır; yayınlanmak üzere, dar alanda geniş etki uyandıracak şiirler seçilmiştir ki bu da şiirin etki gücünün artması anlamına gelir. Bazı kitapların içerdiği şiirlerin ise, sade tasarımlı, tek formalık bir cep kitabı için biraz hantal göründüğünü söylemek gerek. Epey uzun ve sayfaları neredeyse tamamen kaplayan şiirler, kitabın minimalist estetik yapısına ancak sayısal olarak katkıda bulunuyor. Bir kitapta dört beş şiir yer alması gibi…
Seride, takip edebildiğim kadarıyla, şimdiye dek Nihat Özdal, Enis Batur, Murat Üstübal, Anita Sezgener, Didem Gülçin Erdem, Pelin Batu, Lale Müldür, Betül Tarıman, Haydar Ergülen ve Gültekin Emre’nin kitapları yayınlandı. Şu ana kadar edinebildiğim, elimde olan kitaplara, sizlerle birlikte kısaca göz atmak istiyorum.
BEŞ KISA KİTABA BEŞ KISA DEĞİNİ
Nihat Özdal’ın 'Caz ve Muvaşşah’ında, Antakya’ya adadığı beş şiir yer alıyor. “Daha Az Önemli Şeylerden Konuşalım”, bu kitaptaki en sevdiğim şiir oldu. Kendimizi, hep önemli şeylerden konuşmak zorunda hissettiğimiz bir dönemde yaşıyoruz ve daha az önemliymiş gibi görünen şeylerin aslında hayatımızın asli unsurları olduğunu hepimiz unutuyoruz sanki. Mesela, humustaki zeytinyağı oranından, kabaktaki şeker miktarından ya da birinin boynundaki ölçülü şarkıdan söz etsek, pekala hem topluma hem kendimize ihanet etmiş duygusuna kapılabiliriz. "Mahalle baskısı" kavramından yola çıkarak, bu duruma, belki de üzerimizden hiç eksik olmayan, ‘ağrılı bir ülkenin gündem baskısı’ diyebiliriz.
Didem Gülçin Erdem’in, 'Farklı Kaydet’inde ise uzunca dört şiir yer alıyor. Her dört şiir de aynı bağlamın içinde, belli bir eksen etrafında dolaşıyor. Genelden yerele, evrenden, dünyadan aileye ve bireye uzanan fasit bir daire bu. Bu açıdan, konsept bir kitap olarak adlandırabiliriz 'Farklı Kaydet’i. Ben, şiirlerin anahtar dizelerinin “dünyaya alışmaya buradan başlanır diyorlar/ üçüncü dünya olması işimizi zorlaştırıyor” olduğunu düşünüyorum. Çünkü, kitaptaki her şiir, aslında dünyaya alışamamanın şiiri: “başlangıçta silahlar nereye doğruysa hâlâ orada patlıyor” dizesi bizim büyük trajedimizi; “aile, ağlayarak kahvaltı etmek için iyi bir fikirdir” ise bizim en küçük, en çekirdek trajedimizi imliyor. Devam edelim: “bu insan dediğin her dilde delirebilir benim babam/ kendi etrafında döne döne delirir…// burayı parmağınızla sarıp başa dönebilirsiniz/ birkaç bin yıl geriye bile, sakın evde denemeyin”. Birkaç bin yıl öncesi ya da birkaç bin yıl sonrası… aslında değişen pek bir şey olmadı; değişen pek bir şey de olmayacak bu gidişle. İlkçağdan beri içimizde bir tekerlek yuvarlanıp duruyor ve dün de bugün de aile, bir miktar insan içerdiği için patlama riski taşıyor.
Murat Üstübal’ın 'Vahname’sinde, “eko-karkasın restorasyonu” ve “göğe kalkma pratiği” adlı iki demo yer alıyor. Ben, ikinci demoya daha fazla odaklanıyorum. Çünkü “bastırılmış gerçeklik/ ya da baskın bilinçaltı arbede” dizeleriyle başlıyor bu şiir, ki bastırılmış gerçeklikle baskın bilinçaltının, aynı anlama gelmese de, beynin aynı kaotik lobunda yer aldığını düşünüyorum. Ben olsam, arbede adını verirdim beynin bu bölgesine. Ya da verilmiş zaten. Şiirin en güçlü yanlarından biri, (teşbihte hata olur elbette, niye olmasın; ama umarım yoktur) tökezleyerek/tekerlenerek ilerleyen çağrışım/anlam dizgesinin, birebir aynı şekilde ilerleyen ritimle bu denli iç içe, bu denli uyumlu olması bence. Kısa bir alıntıyla örnekleyelim: “kompozitörün simgesel azizliği şirk inşası/ büyük öttürüden ilişkisel yıkım kadar önce/ öncülüğüne adım kala sektirilen sek sek taşı/ yankı çizik ve çatlaklardan sürçmeden de önce/ amel gelişim şemasında vah-imgesel bölüşümden de”. Ve son söz olarak şiirin son iki dizesini anabiliriz: “kuytuya çekilen toplumsal fenomen/ uyluğa çekilen rutubetle sınanır.” Sınanmaz mı? Sahiden sınanır.
Anita Sezgener 'Polyester' adlı minimal kitabında, çağımızın belası polyesterden yola çıkıp çağımızın en önemli sağlık sorunlarından biri olan obeziteye ulaşıyor. Önce organsız bedeni antihiyerarşik ve tümcül olarak tanımlıyor; ardından ağır uyku getiren şeyleri sıralıyor: antidepresanlar, polyester duvar saatleri, tuz ruhu, selenyum, gümüş yuvar, uslu göz ve hissedilen sıcaklık. “Polyesteri hatırlayınca obeziteyi /unutacağız” dizesi, polyesterdeki ester bağlarının doğaya olan etkisinin, obezitenin birey üzerindeki etkisinden daha baskın olmasını vurguluyor bence. Polyester ile obezite arasında bağlantı kurulması, ilk bakışta tuhaf gelebilir çoğu kişiye. Oysa polyester, kimyasal olarak ester grubu içindeki bileşiklerden oluşur; obeziteye neden olan vücut yağları da, yağ asitlerinin ester bağları aracılığıyla gliserol ile birleşmesinden meydana gelir. Yani mesele, doğal olmayan, petrolden elde edilen sentetik bir kumaşın yapısını oluşturanın da, aslında doğal olan ve homo sapiensin bugüne dek hayatta kalmasını sağlayan ‘insülin direnci’nin, günümüzün sürekli ve sınırsız yeme/ yemeğe ulaşma rahatlığı yüzünden insan türünü yok edebilecek bir tehdit haline dönüşmesinin suçlusunun da ester bağları olması.
“su kuşları dönüp duruyorum yatakta. karaciğerim/ pankreasım. sanki yer değiştiriyor. büyümüş./ palazlanmış. basınçla. temiz hava doluyor içeri./ birazdan unutacağız polyesteri” dizelerinin yarattığı şiirsel atmosferden söz etmek yerine, biraz kimyasal biraz da tıbbi bir alana savrulmamızın sorumlusu biz değiliz aslında; bunun sorumlusu hem polyester hem de ester!
FUJİ DAĞI’NDAN KEŞİŞ DAĞI’NA…
Enis Batur’un 'Keşiş Dağı' adlı kitabında ise, ‘Keşiş Dağı’nın (Çok Uzaktan) Otuz Altı Görünümü’ yer alıyor. Haikuya yakın bir formda yazılmış bu üçer dizelik otuz altı şiirde, Keşiş Dağı’nın görkemi, boyutları, yüce bir dağ olup olmadığı değil, dağı dağ yapan ayrıntılar önce tek tek, ardından hepsinin birleşmesiyle oluşan bir görüntü olarak beliriyor gözümüzün önünde. Keşiş Dağı’ndaki “görkemli kayboluş/ histen az fazlası” olan şey; “Aniden çöken sis”tir. Ardından bir kuşun gölgesi, fırtınayı yırtan güneş, karayel, keşişleme, sessizden de sessiz olan kar, yuvasındaki köstebek, kovuğundaki saka, kendine yol bulması arzulanan su, dönüp işine sığınan kemirgen karşımıza çıkıyor bu dağda. Ancak, dağa anlamını vermekle kalmayıp bizi dağın hem görüntüsel hem metaforik anlamda en derinine çeken şeyle, 34. şiirde karşılaşıyoruz: “Tarih öncesinden/ süzülen acılı anı/ fosili”.
Kitabın 35'inci şiirinde ise “Hokusai dikiliyor/ omuzumun arkasından” dizeleri yer alıyor. Bizi, tarih öncesinden süzülen acılı anı fosiline götüren yol böylece açılıyor. Katsushika Hokusai, 1760-1849 yılları arasında yaşamış Japon ressam ve tahta oyma ustası. Bilinen en önemli eseri ise, aralarında ‘Kanagawa’nın Büyük Dalgaları’ adlı ünlü yapıtının da yer aldığı, ‘36 Fuji Dağı Manzarası’ adlı ahşap baskı serisi. Seride, Fuji Dağı farklı mevsimlerde, çeşitli yerlerden ve uzaklıklardan resmedilmiş. Bu 36 ahşap baskı o denli ilgi çekmiş ki, Hokusai seriye sonradan 10 resim daha eklemiş ve sayıyı 46’ya çıkarmış.
Enis Batur, yıllar sonra, omuzunun arkasında dikilen Hokusai’nin esinlemesiyle Keşiş Dağı’na bakmış ve farklı mevsimlerde, çeşitli yerlerden ve uzaklıklardan resmetmiş/ dizeleştirmiş Keşiş Dağı’nı. Deyim yerindeyse, Fuji Dağı’ndan Keşiş Dağı’na uzanan düz bir hat çekmiş.
Şimdi, can alıcı soruya geçebiliriz: Tam olarak nedir, nerededir bu Keşiş Dağı? Keşiş Dağı, biz bilsek de bilmesek de, burnumuzun dibinde aslında. Orhan Gazi Bursa’yı alınca, Olympos dağının adı Keşiş dağı olarak değiştirilmiş. Aynı dağ, 1925 yılında Bursa Vilayeti Coğrafya Cemiyeti’nin girişimleri ve Osman Şevki Bey’in önerisi ile “Uludağ” adını almış. Keşiş Dağı, bildiğimiz Uludağ aslında.
Kısacası, şimdilik beşine kısaca da olsa değinebildiğimiz Orlando Poetry Art serisinin kitapları, yükte hafif pahada ağır çalışmalarla zenginleştiriyor şiir evrenimizi.