Yurtdışı Türkleri anlayabiliyor muyuz?
"Almanya’da her gün Recep Tayyip Erdoğan’ı sert eleştiren haberleri okuyan ortalama Türk, bundan giderek daha çok rahatsız hale geldi. Eleştirinin aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a değil kendi şahsına/hepimize olduğunu düşünmeye başladı. Erdoğan’ın Avrupalı liderlere kafa tutmasına sevindi, ona güven duydu. Bu oylar, bir yandan da kimlik üzerinden rencide olmanın getirdiği bir tepkidir ve kendi kültürünü yaşadığı topluma karşı koruma refleksiyle hareket eder."
Charles Dickens, Fransız Devrimi’nden sonraki süreci İki Şehrin Hikayesi'nde anlatırken, başlangıç paragrafı oldukça etkileyicidir:
“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana.”
Neredeyse 200 yıl önce yazılmış bu satırlar, bugünü, yarısını geride bırakıp yarısıyla da yüzleşmek üzere kalan son gücümüzü topladığımız şu günleri ne kadar da güzel anlatıyor...
Kimisine göre zamanların en iyisi, kimisine göre en kötüsü... Kimisine göre akıl çağı, kimisine göre inanç devri... Kimisine göre umut müjdecisi bahar mevsimi, kimisine göre umutsuzluk kışı...
Şu anda farklı boyutlardan seçimin muzafferleri ve kaybedenleri mercek altına alınıyor. Taşra sosyolojisi ile kent sosyolojisi arasındaki farkların etkileri irdeleniyor. En yoksul, düşük ücretli kesimlerin sağ iktidarlara yönelik desteği ve muhalefetin bu kesimlere yönelik politikalarında hangi noktalarda hata yaptığı tartışılıyor.
Ancak seçim kampanyaları boyunca çoğunlukla gözden kaçan bir kitle var: Yurtdışı Türkler veya daha az kullanılan tabiriyle “diaspora”.
Birçok kesim, 1987’den beri yurtdışı Türklerin oy kullanmalarının doğru olup olmadığını veya yurt dışının ayrı bir seçim bölgesi olması gereğini tartışadursun, hakikat öyle güçlü bir nehir ki ona karşı yüzemeyiz, ancak ona yönelik çözümler üretip onu anlamaya çalışarak akışını doğru yönlendirmeye çabalayabiliriz.
Yurtdışı oy verme hakkı ABD, Fransa, İtalya gibi farklı ülkelerde kullanılan bir demokrasi aracıysa, bu oyların ardındaki sosyolojik gerçekliği de –geç de olsa- tanımak gerekiyor.
Verilerden ilerlersek, yurtdışından pazar günkü seçimlere katılım oranı yüzde 52. Bu, sayısal ve oransal olarak yurtdışında en yüksek orandaki katılım oranına işaret ediyor. Dünyada pek benzeri de yok.
Sandığa gidenlerin yüzde 57’si Recep Tayyip Erdoğan’a, yüzde 40’ı Kılıçdaroğlu’na, yüzde 1’i Oğan’a oy verdiler.
Ancak yine de Erdoğan’ın ve AK Parti’nin yurtdışı toplamındaki oyları düştü. Erdoğan, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, yurtdışından 2018’de yüzde 52 oy alırken bu seçimlerde oyları yüzde 44’e düştü; AK Parti’nin oylarında da aynı dönemde yüzde 60’dan yüzde 57’ye düşüş var. Bununla birlikte Almanya, Avusturya, Belçika, Fransa ve Hollanda’da halen AK Parti’ye çok yüksek destek söz konusu.
Bu seçimlerde yurtdışından 1,8 milyon kadar Türk seçmen oy kullandı. Meclis seçimlerinde ise yurtdışı Türkler nezdinde CHP ve MHP’nin oyunu artırdığı görüldü. Bir önceki seçimlere göre MHP’nin oyu yüzde 8’den yüzde 11’e, CHP’ninki ise yüzde 17,5’tan yüzde 23,8’e yükseldi.
Strasburg Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Bölümü’nden Prof. Samim Akgönül, yurtdışı oylarda seçmenin cumhurbaşkanlığı seçimlerine etkisinin yüzde 0,5 ila yüzde 1, meclis seçimlerine etkisinin de hemen hemen sıfır olduğunu çünkü oyların bütün ülke sathında seçim bölgelerine yayıldığını söylüyor.
Bu diasporayı konsolide etme doğrultusundaki çalışmalar 1980’li yıllarda başladı. Bu süreçte ve öncesinde, ülke dışında yaşayan vatandaşların siyasi görüşlerine yönelik dönemin siyasi rejiminin duyduğu “güvensizlik” de etkiliydi.
1987’de sınır kapılarında oy vermeye başlayan vatandaşlar, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yükselişiyle birlikte 2014 seçimlerinden sonra kendi bulundukları ülkelerdeki temsilciliklerde oy kullanmaya devam ediyorlar.
Ancak hep sağ-muhafazakar partiler, yurtdışı Türklerden daha fazla oy aldılar. Siyasal rekabet kızıştıkça oy kullanımı da yükseldi.
Yurtdışındaki Türkiye kökenlilerin toplamı, 6-7 milyon kadar. Almanya’da 3,2 milyon, Fransa’da 600-700 bin, Belçika’da 200-300 bin, Hollanda’da 400-500 bin, Avusturya’da ise 200-300 bin civarında Türk nüfusu var. Yurtdışı oyların yaklaşık yüzde 80’i bu beş ülkeden geliyor.
“Dolayısıyla, seçim sisteminde özgül ağırlık oluşturan rakamlardan bahsediyoruz,” diyor Bilgi Üniversitesi’nden siyaset bilimci Prof. Emre Erdoğan.
Bu ülkeler, sosyolojik olarak, özellikle 1960’ların başından itibaren Türkiye’den misafir işçi adı altında, vasıfsız işçi göçü alan, bir süre sonra gettolaşmış Türk mahallelerinin yaygınlaştığı ülkeler...
Ancak, diasporada aynı tornadan çıkmışçasına tek bir Türk seçmen profili de yok. Farklı sosyolojiler, farklı kültürler, farklı beklentiler söz konusu.
Bu beş ülkede yaşayan Türk nüfusunun siyasi dönüşümü öncelikle camiler üzerinden yapıldı. Infakto Research Workshop’ın da kurucu ortağı olan Prof. Erdoğan, bu ülkelerdeki “Türkiyelilik” kimliğinin ayakta tutulabilmesi için Almanya’da camiler, cemaatler ve hemşehrilik bağlarının kullanılarak, zaman zaman Türkiye’den gönderilen imamlar üzerinden mesajlar verilerek, “din” faktörü üzerinden, Milli Görüş’ü araçsallaştırarak mobilizasyon yapıldığına dikkat çekiyor.
Zaten özellikle bu beş ülkeye giden Türk seçmenlerin ait oldukları sosyolojik kökler de muhafazakar ve milliyetçi olduğu için, bu toplum mühendisliği üstlerinde eğreti durmuyor.
Benzer şekilde 1990’larla birlikte bunun karşısında Türkiye’den Avrupa’ya –özellikle de Büyük Britanya, Fransa ve İskandinav ülkelerine- giden Kürt diasporasının kahvehaneler ve dernekler üzerinden kitleleri mobilize etme süreci başladı ve bu iki zıt kamp pozisyonlarını konsolide ettiler.
Dolayısıyla on yıllar içerisinde öyle bir algı yaratıldı ki “Alman vatandaşı olsan da, Fransa vatandaşı olarak vergini ödesen de sen aslında Türk’sün, Türklüğünü unutma, ona göre oy kullan” mesajı alttan alta işlendi, çifte kimlik cesaretlendirildi.
Aynı cami dernekleri içerisinde sosyalleştiler, orada yapılan lobi çalışmalarına konu oldular, televizyonlarında Türk kanallarını izlediler, Dortmund’da sandık açılmayınca Essen’e gitmeleri için onlara özel otobüsler kaldırılmasından hoşlandılar.
Bedenleri Avrupa’dayken ruhları Türkiye’deydi.
Tüm bunları yaparken de, birçok Avrupa ülkesinin entegrasyon politikalarının başarısızlığını kristal berraklığında sergilemiş oldular.
Bu, Almanya açısından da pek sorunlu değildi; zira Türkiye kimliğini koruyup Alman vatandaşı olmaları, kurallara uydukları, vergilerini verdikleri sürece Alman sistemi açısından sorun teşkil etmiyordu.
Üstelik, söz konusu kesim bir yandan Türkiye’de müesses nizamı destekleyip, kendi çıkarlarını koruyacak şekilde İslamcı kökenli sağ partilerden yana tavır alırken, Almanya’da onların önünü açan, sosyo-kültürel haklarını veren sosyal demokrat partileri desteklemeye devam ettiler. Alman sosyal demokratları Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıksalar bile buradaki Türk diasporası söz konusu partiye olan desteklerini sürdürdüler.
Dışarıdan bakıldığında bu ikilik hali mantıksız görünse de, sosyal davranışları incelerken başvurulan rasyonel tercih kuramının ete kemiğe bürünmüş hali oldular.
Bunun karşılığında da işçi dövizleri geldi, köyünde tapulu arazisi oldu, kâh Dersim’de olduğu gibi ev ve arazi fiyatlarını artıracak şekilde köyünden toprak satın aldı, kâh yaz dönemlerinde Emirdağ’daki köyüne son model Mercedes’iyle “havalı bir giriş” yapan “gurbetçi imajı” pohpohlandı.
Ama son kertede Münih’te tekstil fabrikasındaki, Brüksel’de masa başındaki, Salzburg’da restorandaki işine geri döndü. Avrupa’nın göbeğinde, Avusturya’nın Innsbruck şehrinde “Konyalılar kasabası” bile kurdu; öğle yemeğinde ıspanaklı pidesini ihmal etmedi.
Prof. Erdoğan, “Bu iki farklı sosyolojik kampın dışında kalan bölgelerde ise, İngiltere, Avustralya, Yeni Zelanda ve ABD’de kayda değer bir beyaz yakalı nüfusu, sermaye sahipleri ve sürgündeki kesimler son yıllarda artıyor,” diyor ve devam ediyor:
“Bu kişiler adeta üçüncü bir sosyolojik grubu kurdular. Bunlar beraberlerinde sermayeleriyle birlikte gittiler ve büyük oranda Türkiye ile bağlarını kopardılar, kimisi 20 yıldır Türkiye’ye ayak basmadılar, gittikleri yerde tüm zorluklarına rağmen yepyeni, seküler, kentli, Kemalist yaşam kodları geliştirmeye başladılar.”
Ancak uzmanların vurguladığı bir noktayı gözden kaçırmamak gerek: Türkiye’nin Dış Türkler politikası, aslında 82.vilayet politikasıdır, zira 3,4 milyondan fazla seçmen sayısıyla yurt dışı tek bir seçim ili olsaydı İstanbul, Ankara ve İzmir'den sonra dördüncü sırada yer alırdı.
Bu politikanın kodlarını doğru bir şekilde okuyup ona göre stratejiler geliştirmeyi, örneğin Almanya’daki Alevi topluluklara veya muhalefet blokunda yer alan Saadet Partisi üzerinden Milli Görüş hassasiyetlerine sahip kesimlere daha fazla ulaşmaya yönelik yenilikçi adımları gerektirirdi.
Bu konu özelinde görüştüğüm Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Mülkiye Göç Araştırmaları Merkezi başkanı Prof. Murat Erdoğan ise, Milli Görüş temelli seçmen mobilizasyonuna ek olarak yurtdışı oylardaki “kimlik” ve “hizmet” faktörlerine dikkat çekiyor ve şöyle diyor:
“Sistem içinde kendini öteki hissedenler, kendi anavatanlarını daha çok benimsiyorlar. Kendi liderlerine yapılan eleştiriyi kendilerine yapılmış hissediyorlar. Örneğin Almanya’da her gün Recep Tayyip Erdoğan’ı sert eleştiren haberleri okuyan ortalama Türk, bundan giderek daha çok rahatsız hale geldi. Eleştirinin aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a değil kendi şahsına/hepimize olduğunu düşünmeye başladı. Erdoğan’ın Avrupalı liderlere kafa tutmasına sevindi, ona güven duydu. Bu oylar, bir yandan da kimlik üzerinden rencide olmanın getirdiği bir tepkidir ve kendi kültürünü yaşadığı topluma karşı koruma refleksiyle hareket eder.”
Dolayısıyla, yurtdışı oyları okurken sağ-muhafazakarlık dinamiğine ek olarak göçmen psikolojisine ve ona içkin savunma mekanizmalarına da bakmak gerekiyor. Ayrıca AKP’nin yurtdışındaki vatandaşlara yönelik politikalarının çok-boyutluluğu da göz ardı edilmemeli.
Yurtdışı Türklerin daha kolay konsolosluk hizmetlerine erişmeleri, Yurtdışı Türkler Başkanlığı’nın kurulması, Yunus Emre Enstitüleri’nin yaygınlaşması, hükümete yakın sivil toplum kuruluşlarının çalışmaları, tabii ki Türkiye’den Diyanet ya da Milli Eğitim’den gönderilen memurların çalışmaları da bu oylarda etkili oldu.
Diaspora çalışmalarını uzun yıllardır sürdüren Murat hocanın önemli bir tespiti daha var: AK Parti bu seçimlerde yurtdışında yaşayan 7 kişiyi aday gösterdi. Peki ya Millet İttifakı? Eğer daha önce AKP’de olan şimdi DEVA partisinde olan Mustafa Yeneroğlu bir tarafa bırakılırsa “sıfır”. Yani ciddi bir temsil sorunu da var.
Dolayısıyla, 3,4 milyon kişinin oyunu isterken, aslında içlerinden bazılarını da Meclis’te görevlendirip, yurtdışı Türklerin sorunlarını Meclis içinde dillendirmeleri için bir fırsat yaratmak da burada hükümetin hanesine diaspora açısından artı olarak işlendi.
Yurtdışı seçmenlerin yeniden 20-24 Mayıs arasında yurtdışı temsilciliklerde sandığa gitmesini teşvik ederken, kırk küsur yıldır kökleşmiş ideolojilerini daha iyi anlamak ve “bidon kafa” gibi sığ bir eleştiri yapmak yerine diaspora psikolojisini doğru okumaya başlamalıyız.
Neden yurtdışındaki seçmen sandığa daha fazla gittiğinde muhalefetin oyunun düştüğünü, Fransa-Almanya-Hollanda-Belçika-Avusturya beşlisinin sosyolojik gerçekliklerinin nasıl ele alınabileceğini, yurtdışındaki muhalif seçmenin nasıl daha etkin mobilize edilebileceğini konuşabilmeliyiz.
Belki her şey o küçük adımla başlıyordur. Belki her şeyimiz vardı, belki de hiçbir şeyimiz yoktu. Belki hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana. Belki birleştikçe, birbirimizi tanıdıkça, ötekileştirmedikçe büyüyecektik.