YAZARLAR

Yurtsuz öğrencilik ve av olmaması gereken yurttaş...

Sözün özü, özelleştirme, giderek derinleşen yoksulluk, gelir seviyesi düşük aile çocuklarının muhtelif gruplara kolay av oluşu, güncel öğrenci barınma sorununun temel gerekçeleri. Buna bir de hâlihazırdaki 'ev kirası' çılgınlığını da eklemek gerekir.

Biraz öğrencilik hikâyesi...

Bu yazıyı okuyacakların kaçı hiç öğrenci olmamıştır, muhtemelen hiçbiri; kaçı üniversite okumamıştır, muhtemelen daha azı; kaçı ailesinin yaşadığı şehirde okumuştur, muhtemelen bir kısmı; kaçı halen öğrencidir, bilinmez! Buna mukabil hangi kategoride olursa olsun, bir internet gazetesi okuru yaşamının bir kısmını öğrenci olarak sürmüştür, ne olduğunu, iyi güzel yanlarını, yoksunluk ya da avantajlarını bilir; 'o günleri' özlemle ananların yanında herhalde hatırlamak istemeyen de çıkar.

Üniversiteli öğrenci milletiyle otuz yılım geçti. Çoğu öğrencilikte, kalanı öğrenci karşısında. 12 Eylülcülerin 'araştırma görevliliği' haline getirdiği 'asistanlık' da öğrenciliğe dahildi. Çalışkan bir lisans öğrencisi olmadığım için beş yılda bitirdim Mülkiye'yi. İçimden çok çalışmak gelmiyordu doğrusu, darbecilerin sistemi dönem sınav sayılarını artırmıştı ki öğrenci ve hoca sınava girmekten ve kâğıt okumaktan başka hiçbir şey yapamasın. Hepsi birbirinden şöhretli isimlerin 'çoğunu' ve derslerini sevmiyordum, bence sevilecek insanlar değillerdi, 1402'liklerin 'bir kısmı' ise biz üçüncü sınıftayken dönmüştü. Her neyse, dedim ya, iyi bir öğrenci değildim zaten.

Öğrencilikten aklımda kalan iyi ve gülümseten hatıraların çoğu arkadaşlarla, okul dışında yaşadıklarımdı. Çok şanslı biriydim, çünkü İstanbul'dan Ankara'ya gelip de 'evde' kalabilen nadir öğrencilerdendim. Diğerleri ya aile yanı ya yurtta yaşıyorlardı. Yurt koşulları pek iyi değildi, odalar kalabalıktı ama ihtiyaç duyan herkes bir biçimde kalabiliyordu. Beş yıl yaşadığım 'ev,' Maltepe'de bir apartmanın altındaki depoydu. Apartman yapılırken bekçi kalsın diye, 10-12 metrekarelik bir yer yapmışlar, el kadar bir pencere, odanın köşesinde lavabo ve banyo/tuvalet niyetine küçük bir eklenti. “Niyetine” diyorum, çünkü oraya banyo-tuvalet diyebilmek için hayli iyimser bir yaklaşım gerekiyordu. Şofben filan yok, her iş için piknik tüp, mutfak lavabosu ile odayı ayıran bir tül perde. Aman canım, tek başımayım işte, aileden ayrılıp gelmişim, küçük-müçük benim öğrencilik sarayımdı orası. Sanırım o ev/depo etkisiyle hep küçük odaları, küçük mekânları sevdim. Nitekim fakültedeki odam da küçüktü, şimdi bu yazıyı yazdığım oda da. Hastalıktır belki de bu hissim, yani rahatsızlanmış olabilirim, bilmiyorum. Şimdi gazetelerde devasa ve varaklı makam odalarını görünce çok gülüyorum, hele ki lüks banyoluları. İlginç bir bürokrasi ve bürokrat anlayışı var bu kareli ceketlilerin. Varak, tel kadayıf, jakuzi...

Hâlâ en yakın arkadaşlarımın çoğu, bundan tam 'otuz üç yıl' önce o küçük odada birlikte yiyip içtiğimiz, çalıştığımız, dertleştiğimiz insanlar. Bir çekyat, bir metre karşısında küçücük bir masa ve üzerinde iki metal raf, hepsi bu. O birkaç metrekarelik alanda yere gazete sererek yediğimiz (zorunda kaldığımız) balık ve patates kızartmalarını bugün de anıyoruz. Üç kilo patates soy, iki gün önce balık kızarttığın yağa at, sonra onu ye ve üstelik bu yaptığından zevk al! Yanında bolca ekmek. Bizim yüzümüzden deliren zavallı bakkalımıza git, 150 gram beyaz peynir, üç ekmek, bir paket margarin al, tek teli olan elektrik sobası üzerinde kızarttığın ekmeğe sür. Peynir bitti, git bir 100 gram daha peynir al. Bakkal abimiz bizi görünce sinir ve çaresizlikten olsa gerek gözleri doluyordu, ne yapsın garibim, o da haklıydı. Fakat arkadaşlarla birliktesin, her şey eğlence ve kahkahaydı, genç olmanın eşi bulunmaz yönü bu galiba. Hiçbir sıkıntı, sıkıntı gibi gelmiyordu o zaman. O küçük depo evden, büyükelçi, siyo, bürokrat, bankacı, hatta istihbaratçı ve yıllar sonra terörle iltisaklı ilan edilecek çok insan çıktı.

Fakat tüm bu güzel ve coşkulu anılar, o hayatın insanlık dışı olduğu gerçeğini de değiştirmiyor, mesele bu. Ben çok mutluydum, şanslı olduğumu düşünüyordum -ki öyleydim- çünkü altı kişilik odalarda kalmaktan iyi gibi gelirdi, bugün de öyle görünüyor. Ancak diğer yandan, çekilecek çile de değildi.

O tarihte, 1980'lerin sonunda Türkiye'de tek vakıf üniversitesi açılmıştı. YÖK'ü kurup üniversite sisteminin canına okuyan, hakkında “tırnak kullanmadan kapsamlı alıntılar yaptığı” yönünde iddialar olup bu gerekçeyle yargılanan, 12 Eylülcülerin has adamı, Eskişehir yolundaki devasa araziye bir üniversite kurmuştu. Otuz yıl sonra şehir içi gibi kaldı o arazi tabii, öngörülü insanlarmış.

Çok kısa sürede ülkenin her şehrinde, bazı şehirlerde birden çok üniversite (kamu ve kâr elde etme amacını güdemeyecek ama kâr elde eden vakıf yükseköğretim kurumu) açılmaya başlandı. AKP döneminde zirveye çıktı bu eğilim. Açılan üniversitelerin çoğunluğu iyi bir lise düzeyinde dahi değil ve tek işlevleri niteliksiz, mesleksiz işsiz ordusuna katkı sunmak. Birkaç gerekçesi vardı süregiden bu saçmalığın: Muasır medeniyetler ligine üniversite öğrencisi ve mezunu sayısını yüksek göstermek, örneğin. Kasabalardaki ticareti canlandırıp esnafı ve ev sahiplerini memnun etmek, örneğin. Özellikle muhafazakâr ailelerin çocuklarını evlerinde tutma, uzaklaşmalarını ve haliyle değişmelerini engelleme arzusuna yanıt vermek, örneğin. Dizimin dibinde otursun sağa sola giderse ahlakı bozulur, endişesi. Ezcümle, sayısız üniversite açılırken, konunun üniversite ile hiç ilgisi yoktu aslında.

Peki nerede barınacak şehir dışına giden (ya da aynı şehirde aileyle yaşamak istemeyen) genç insanlar? Öğrenci sayısındaki büyük artışı karşılayacak ölçüde yurt yapılmadı tahmin edilebileceği gibi. Kabul etmek gerekir, KYK yurtlarının bir kısmı, eskisinden daha konforlu hale getirildi. Örneğin Cebeci kampüsündeki yurt bu kapsamdaydı. Altı kişilik odalardan iki kişiliğe dönüştürüldü vs. Ancak KYK sayıları, nüfustaki artışı karşılamadı. Bu hem plansızlığın hem de tercihin sonucuydu. Tercih, iki başlıklı: Devleti iaşe alanından olabildiğince uzaklaştırıp barınmanın da özelleştirilmesi siyaseti. İkincisi, söz konusu özelleştirmenin siyasal İslamcı siyasal ideolojinin ekmeğine yağ sürmesinin sağlanması, Türkçesi, tarikat yurtları. Cemaat/tarikat yurtları pıtrak gibi çoğaldı ve çok daha ucuza hizmet sunmaya başladı. Hali vakti yerinde öğrencilerin kalabildiği 'apart' ya da öğrenci ağzıyla 'sosyete' mekânların karşısında bu yurtlar, 'yoksul gençleri kapma' işlevleriyle donandı. Örneğin 15 Temmuz ardından el konulan Cemaat yurtlarının çoğunluğunun da diğer tarikatlara tahsis edildiği sır değil; zaten kareli ceket ideolojisinden farklı bir tavır bekleyen de yoktu. Sözün özü, özelleştirme, giderek derinleşen yoksulluk, gelir seviyesi düşük aile çocuklarının muhtelif gruplara kolay av oluşu, güncel öğrenci barınma sorununun temel gerekçeleri. Buna bir de hâlihazırdaki 'ev kirası' çılgınlığını da eklemek gerekir. Yukarıda anlattığım o depoya bugünün parasıyla, diyelim 200 TL ödüyordum. Yaşadığım şehirde yalnızca öğrenci için değil, az çok para kazanabilen yetişkinler açısından da katlanılmaz durumda artık kiralar. Anadolu irfanından, olsa gerek!

Öğrencilik zevkli ve çileli iş, muhterem okur. Benim o yıllarda iyi kötü geçinebilmemin nedeni, ablamların destek oluşuydu; aksi halde ayın sonunu getirmem o depoda dahi mümkün olmazdı. Eğer aileden ciddi bir destek gelmiyorsa, bugün aldıkları kredinin günlüğü 20 lira civarında. Ev kirasını katmıyorum. Çoğu öğrenci büyük zorluklarla, yoksunlukla okuyor. Derslerde, arada bir nereli olduklarını, kaçının kredi aldığını, nerede yaşadıklarını vs. sorup minik anketler yapardım. Son yıllarda gelir seviyelerinin giderek düştüğünü, 'Doğu'dan gelenlerin sayısının azaldığını ve azımsanmayacak bir kısmının cemaat evleri ya da yurtlarında kaldığını fark ediyordum. Ha keza, özellikle Doğu illerinden gelen çocukların çoğunluğu cemaat dershanelerindendi. Malum, uzun süre hükümet politikasıydı zaten. Daha sonra yazacağım o gençlerin yaşadıklarını ve hiçbir sorumlulukları olmayan rezaletlerin, yaşamlarını nasıl çekilmez hale getirdiğini.

Hal böyleyken, özellikle muhalefetteki büyükşehir belediyelerinin öğrenci yurdu inşa etmeye başlaması çok önemli ve değerli bir adım. Artarak devam edeceğini umalım. Yalnızca, 'barınmak' ve tabii 'insanî koşullarda barınmak' anayasal haklardan olduğu için değil, o yaştaki insanların tarikatlara yem olmaması için de kritik bu. Merkezi idare malum, ABD'de bina açıp poz veriyorlar, artık kendileri ve şürekaları tümüyle başka bir evrende yaşıyor, gerçek hayatla bağları trajik biçimde kopmuş halde. Merkezi idare temsilcilerinin sokaktaki sempatizanının akıl edebildiği en zekice cümle ise, “çıkar bakayım telefonunu,” ne yazık ki. Vakıfların önemli bir kısmı da kareli ceketli ve sarıklıların elinde. Şu koşullarda umut, değeri ve önemi giderek daha fazla anlaşılan 'yerel yönetimlerin' göstereceği duyarlılıkta.

Barınmak, insanca koşullarda yaşamak, haktır. Türkiye gibi bir ülkede ise barınmak, yalnızca başını sokacak derli toplu bir çatı sağlamaktan öte, gençlerin tarikatların avı olmasını önleme anlamını da taşıyor. Yoksunluk yaşayan kesimlerin çocuklarının, önce tuzağa düşürülüşüne göz yumup, ardından “bak gördün mü neler yapmışlar” zırvasını yinelemenin anlamı olmasa gerek. Öğrenci milleti iyidir hoştur, herkes elinden geleni yapmalı...

İklim Krizi notu: Bugün Oya Baydar'ın yazdığı distopyayı önermek istiyorum, pek örneğini bilmediğim bir roman, iklim kriziyle ilgilenip de okumayan kalmasın: “Köpekli Çocuklar Gecesi” (Can, 2019). Kitap üzerine yazdığım tanıtım da burada


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.