Yusuf Tekin’in gör dediği
Ülkenin geleceği açısından en önemli meselenin siyasi malzemeye dönüştürülmüş olması sadece bir bakanın değil, bakanın temsil ettiği siyasal paradigmanın zaafıydı.
Eğitim, bir milletin özgürlüğünün teminatıydı. Bir ulusun gerçek zenginliği, yetişmiş insan gücüydü. Bir ulusun kültürü, diline ve eğitimine verdiği değerle ölçülürdü, derdi Johan Vilhelm Snellman.
Ülkeler arasında süregelen rekabet ve gelişim yarışı vardı. Her ülke, geleceğini bilgiyle şekillendirmek, genç zihinleri eğitmek için çaba sarf ederdi. Bu süreçte inovasyon ve özgürlük önemli rol oynardı. Eğitimdeki bu rekabet, dünya genelinde ilerlemeyi ve yeni nesillerin yetişmesini sağlardı. Bilgiye dayalı bu rekabet, insanlığın gelişimi için hayatiydi.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Osmanlı’nın medrese sistemi sona erdirilerek, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitimde yeni bir dönem başlatılmıştı. Latin harflerinin kabulü ile okuma yazma oranında artış hedeflenmişti. Köy Enstitüleri, kırsal alanlara eğitim götürerek öğretmenler yetiştirmiş ve bu öğretmenler Anadolu’nun dört bir yanına bilgi taşımıştı. Üniversite reformları ile bilimsel eğitim teşvik edilmiş, ilerleme kaydedilmişti. 1950’lerde, Milli Eğitim Bakanlığı’nın çalışmaları ile okul sayıları artmıştı. Şehirlerden köylere bilgiye erişim kolaylaşmıştı. Öğretmenler, yeni eğitim metodları ile donatılmış; teknik ve mesleki okullar sanayileşen ülkenin ihtiyaçlarına cevap vermeye başlamıştı. Eğitim alanında atılan her adım, yeni bir başlangıç olmuştu. Türkiye’nin eğitim süreci, bilginin ve ilerlemenin peşinde yol almıştı.
2002’den sonra eğitimde yaşanan değişiklikler, toplumu derinden etkilemişti. Eğitimde kalite düşerken, dini eğitime ağırlık verilmişti. 2002’den 2024’e dek, eğitimde 9 bakan değişmişti. Her gelen bakan, yeni müfredatlar ve sistemler getirmişti; toplamda 5 kez köklü müfredat değişikliği yaşanmıştı. Bu süre zarfında eğitimde istikrar sağlanamamıştı; öğretmenler ve öğrenciler sürekli değişen kurallar altında zorluk çekmişti. Eğitim, siyasi iktidarın oyun alanı olmuş, kalite düşmüştü. Fen ve sosyal bilimlerden uzaklaşılmış, bilimsel düşünce yerine dogmatik yaklaşımlar ön plana çıkmıştı. Öğretmenlerin itibarı zedelenmiş, atama sorunları artmıştı. Ders kitaplarındaki ideolojik içerik, nesnel eğitimden sapmalara neden olmuştu. Eğitimde fırsat eşitliği azalırken, özel okullara yönelim artmıştı. Toplumun ilerlemesi yerine siyasi çıkarlar için kullanılan eğitim sistemi, bu şekilde bozulmuş, ülkenin geleceği de tehlikeye atılmıştı.
2020-2024 arası veriler kullanılarak hazırlanan tabloya göz atılmalıydı. Tablo ABD, Çin, İngiltere, Almanya, Finlandiya, Norveç, İsviçre, Türkiye, Güney Kore ve OECD ortalamasına göre kamuda çalışan öğretmen sayısı, kamuda çalışan öğretmenlerin oranı (yüzde), eğitime bütçeden ayrılan pay (yüzde), öğretmen başına düşen öğrenci sayısı, eğitim çağındaki nüfus oranı (yüzde), ortalama eğitim süresi (yıl), kamuda çalışanların oranı(yüzde), yıllık öğretmen maaşı (usd), öğrenci başına yıllık harcama (usd) başlıkları altında değerlendirilmişti.
Tablo bazı önemli adımlar atılması gerektiğini gösteriyordu. Öğretmen maaşları, OECD ortalamasının çok altındaydı, bu da motivasyon eksikliğine yol açıyordu. Eğitim bütçesinin artırılması, okullardaki fiziksel ve teknolojik altyapının iyileştirilmesi şarttı. Öğretmen başına düşen öğrenci sayısının azaltılması, bireysel eğitime daha fazla zaman ayrılmasını sağlayacaktı. Ayrıca, eğitim çağındaki nüfus oranı yüksek olmasına rağmen, ortalama eğitim süresi yetersizdi. Bu nedenle, eğitim süresinin uzatılması ve kalitenin artırılması elzemdi. Kamuda çalışan öğretmenlerin potansiyelini doğru yönlendirmek ve sürekli mesleki gelişim sağlamak, eğitimde kalıcı iyileşmeler getirecekti. Eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması ve her çocuğun kaliteli eğitime erişimi, Türkiye’nin geleceği için kritik adımlardı.
Dünyanın çeşitli yerlerinde, eğitim politikalarıyla öne çıkan bakanlar tarih yazmıştı. Finlandiya’da Pasi Sahlberg, eğitimde yenilikçi yöntemler geliştirmişti. Singapur’da Heng Swee Keat, disiplinli ve özgür bir eğitim sistemi kurmuştu. Güney Kore’de Kim Seong-geun, teknolojiyi eğitimin merkezine yerleştirmişti. Kanada’da Kathleen Wynne, eğitimde kapsayıcılığı ve eşitliği ön plana çıkarmıştı. Türkiye’de Hasan Âli Yücel, bakanlığında Köy Enstitüleri’nin katkılarıyla eğitimi geniş kitlelere ulaştırmış, dil devrimi ile iletişim ve anlayışı güçlendirmiş, üniversitelerin bilimsel çalışmalara odaklanmasını sağlamıştı. Bu bakanlar, eğitim sistemlerini geliştirerek dünya genelinde örnek teşkil etmişti.
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in “gör" dediği sözler anımsanmalıydı: “Karma eğitim zorunlu değil”, “Devlet okullarındaki eğitim yeterli, ek dersler gereksiz. Veliler, merdiven altı eğitim kurumlarına çocuklarınızı göndermeyin”, “Eğitimde dini değerler öncelikli olmalı”, “Ben o STK’larla protokol imzalamaya devam edeceğim.” (STK: Ensar Vakfı ve diğer dini tarikatlar), “Bize ait ve bizim değerlerimizle inşa edilmiş.”(Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli), “Dünyada kamudan fonlanan bu kadar öğretmen yok. Sokakta yürüyen her 80 kişiden biri öğretmen.” Bu beyanlar, Tekin’in eğitim bakanlığı görevine uygunluğunu sorgulatan önemli birer göstergeydi. Çağdaş eğitim değerlerinden ırak, ideolojik, bilimsellikten uzak, öğretmen, veli ve öğrencilere güven vermeyen bu türden beyanlar, Türkiye’nin eğitim sisteminin geleceğini tehdit etmekteydi.
Siyasi iktidarın eğitim politikalarında sürekli bakan ve müfredat değiştirmesi, öğretmenler ve öğrenciler için belirsizlik yaratmıştı. Her yeni bakan kendi sistemini getirmiş, her değişen müfredat eğitimde istikrarı zedelemişti. Bu beceriksizlik, öğretmenlerin uyum sorunları yaşamasına, öğrencilerin ise sürekli değişen sınav ve ders sistemleriyle boğuşmasına neden olmuştu. Eğitimdeki bu kaotik yönetim, kalıcı ve sürdürülebilir başarıların önünü kesmiş, geleceğe dair umutları azaltmıştı.
Okullar kaynıyordu, çocuklar umutsuzdu, Ahmet Yıldız ve Veli Can Çelik gibi çocuklar tarlada, atölye ve şantiyelerde alın teri döktüğü için can verirken, PISA sonuçlarında Türkiye Matematikte 39., okumada 36., fen bilimlerinde ise 34. sırada ancak yer bulabiliyordu. 21 yaşında Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Matematik bölümünü birincilikle bitirdiği halde atanamayan Kevser Abdulkadiroğlu ve yine başka bir öğretmen adayı Murat Kaya intihar ederken öğretmen atamaları sayıca düşük tutuluyor, Türkiye’nin öğretmenleri, kendine güven ve mesleki gelişimde eksik kalıyordu. OECD’nin TALIS 2018 raporu gösteriyordu ki, sınıf yönetiminde ve pedagojik bilgiye sahip olmada yetersizlikler vardı. Bu durum, eğitimde başarıyı zorlaştırıyordu.
Eğitimde köklü ve sürdürülebilir reformların, öğretmenlerin motivasyonunu artıracak ve öğrencilere kaliteli eğitim sunacak adımların atılması gerektiği açıkça görülmekteydi. Eğitimde fırsat eşitliği ve bilimsel temellere dayalı bir yaklaşım, Türkiye’nin geleceği için kritik öneme sahipti. Ülkenin geleceği açısından en önemli meselenin siyasi malzemeye dönüştürülmüş olması sadece bir bakanın değil, bakanın temsil ettiği siyasal paradigmanın zaafıydı. Bu zafiyet aşılmadıkça eğitimde rekabeti artıracak bir sıçrama görmek hayaldi. Vizyon ve istikrar özürlü bir eğitimle kaybolan nesilleri düşünmek ise acı vericiydi.