Yüzü kırmızıya boyamak
Gültekin Uçar'ın 'Koçgiri' kitabı, Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı. 'Koçgiri' üzerinden aşiret, kimlik, siyaset gibi kavramları ele alan Uçar, bunlar arasındaki ilişkilere de değiniyor.
Sibel Ünal
Eski toplulukların, yaşamın bilinmeyenlerine karşı kendilerini korumak için sıkıca bağlandıkları çeşitli inanışları vardı. ‘Yüzü kırmızıya boyamak’ da bunlardan biriydi.(1) Kabilede öldürülen birinin ruhunun geri geleceğine ve öç alacağına inanılırmış. Öldüren kişi, bu durumdan sıyrılmak ve öç alacak ruhu aldatmak için yüzünü kırmızıya boyamak zorunda kalırmış.
Bugün ‘Koçgiri Hadisesi’ üzerinden yüz yıl geçmesine rağmen merkezi iktidarın yüzü hâlâ kan kırmızıya boyalıdır. Resmi söylem, bu aldatmaca üzerine kurduğu ‘isyan’ diye nitelendirdiği ‘katliamı’, hâlâ haklı gerekçeler üzerine oturtma uğraşı içinde. Boşuna oysa! Katliamın çocukları, torunları o ‘ kan kırmızı yüzü’ tanımaktadır çoktan.
‘Yüzleşmek’, işte tam bu noktada önemli ve zorunlu hale geliyor. Açıktır ki, o sahte kırmızı maskeden kurtulmak, katliamın çirkinliğiyle yüz yüze gelmek yapılanı aklamayacaktır ancak gene de geride kalan bizlerin acısını bir nebze olsun hafifletecektir. Üstelik bu, gelecek nesillere de ders niteliği taşıyacaktır. Böylece, öteden beri ırkçı İttihatçı zihniyetin belirlediği politikalarla süregelen bu aldatmacaya da son verilmiş olacaktır. Bu ise, bu toprakların etnik, inançsal dokusuyla barış köprüsünün kurulması anlamına gelir. Çünkü şimdiye değin, Kızılbaş/Alevi/Kürt bireylerin ne kimlikleri ne inançları ne de talepleri kabul gördü iktidar nezdinde. Hazırlanan güdümlü rapor, belge ve kitaplarla asimilasyoncu politikalar, zihinlere incelikle işlenmeye devam etti gitti. Bu politikayla, bireylerin kendi kimliklerini unutarak, ‘Türk Müslümanlığı’ kimliğinde erimeleri istendi. Bunu beklediler bizlerden. Ne yazık ki süreç de tam kendi istedikleri gibi ilerledi ve ilerliyor. “Kolektif şartlanma” refleksiyle hareket eden bir kısım Kızılbaş- Alevi Kürt bireyi, kimliğinden hızla sıyrılmakta ve onlarla aynı borazanı öttürmekteler. Kendi inanç, felsefe, gelenek yani kimliklerini ören ne varsa hiçbirine sahip çıkmazken, kendilerini asimile edenlere karşı aşırı bir hassasiyet içine girmiş bulunmaktalar. Ben de Türk’üm ben de Müslüman’ım diye paralanmakta, nefeslerini tüketmekteler boşuna. Bu acınası hal karşısında muktedirin tavrı ise üstten bakan, gülünesi bir dudak bükme sadece. Hepsi o kadar.
Resmi dilin kalemşorları, sözde yazıcıları, Kızılbaş/Alevi/ Kürt halkına ait bilgileri, değerleri, geçmiş tarihlerini çarpıtarak, tahrif ederek hiçbir engel tanımadan yollarına devam ediyor bugün de. Yazdıkları satırlarda onlara ait ne bir gerçeklik ne de bir doğruluğa rastlamak mümkün. Üstelik her söyledikleri geçmiş fetvalarda olduğu gibi riya ve hayâ dolu. Bu kişiler reddiyeci, ruh düşkünlükleriyle eylemlerine o zamandan bu zamana devam ede gelmektedirler. Doğrusu, bu yönleriyle atalarından kalan miraslarına sahip çıkmakta ve bunun için de takdiri hak etmektedirler. Neden mi? Tutarlı oldukları için.
Ama hiç kuşkusuz ki, ‘toplumsal mühendislik’, bazı toplulukların dokusunu bozmada yetersiz kalır. Bilinçaltı, sanılanın aksine bilinçten daha köklü bir yapıdır çünkü. Bugün bilinçaltımızdaki bu köklü duygular, bizlerin katliamı uygulayanlara/uygulatanlara hayranlıkla bakmamızı engellediği gibi bilince yansıyarak kanlı maskelerini görünür hale getirmiştir. Kendi tarihimizi kulaklarımıza fısıldayan onların, atalarımızın sesidir.
Evet, tarihi genelde kazananlar yazar. Atalarımız güç ve zalimlik karşısında yenilmiş, kaybetmiş olabilirler. Bizlere bir gelecek yaratma, üzerinde mutlu yaşayacağımız bir yurt kurma hayallerini gerçekleştirememiş olabilirler. Ancak onların yaşam savaşı ve mücadelesinden öğrendiğimiz çok şey oldu. Yaşadıkları ve edindikleri bütün o deneyimler zihnimize işledi, bedenimize nakşoldu. Bununla birlikte, ‘öldürülenlerin’ kanı üzerine bir hoşgörüde bulunmaya, müsamaha göstermeye hakkımız var mı? Soğuk dağ başlarına sürülen, açlık ve sefalete terk edilen, kanlarıyla nehirleri kızıla boyatan, mağaralarda zehirlenen, ırzına geçilen, elbiseleriyle toprağa gömülen, kısaca topyekûn çarmıha gerilen bu insanlarla ilgili böyle bir söz hakkı kimin haddine? Kim buna cesaret edebilir ki? Ama şunu diyebiliriz: “Bir daha asla!”
"Üç bin yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan günübirlik yaşayan insandır" der Goethe. Son zamanlarda yayımlanan bazı kitaplar bu sözü doğrular nitelikte. Resmi ideolojiyle, resmi kültür politikalarıyla zehirlenmiş, yönleri şaşırtılmış, kimlikleri elinden alınmış, zihinleri bulanıklaştırılmış kimi Kızılbaş/Alevi/Kürt bireylerin rotasını olması gereken yöne çeviriyor yeniden. Onları kendi tarihleriyle buluşturarak ortak bir bilincin zeminini hazırlıyor.
Gültekin Uçar’ın 'Koçgiri' adlı kitabı(2), bu zoraki tezlerin, söylemin bir bakıma bertaraf edilmesine, maskelerinin düşmesine yardımcı olacak bir okuma sunuyor bizlere. 'Koçgiri' üzerinden aşiret, kimlik, siyaset gibi kavramları ele alan Uçar, bunlar arasındaki ilişkilere de değiniyor. Yerel/yönetsel bir mekanizma olan ‘aşiret’ olgusunun ortaya çıkışı ve kimlik inşasındaki etkisinden söz ederken, merkezi iktidarın “aşiret” kavramına yüklediği geri, feodal ve tarih öncesinden kalma gibi nitelemelerle tanımladığı bu olguyu tartışmaya açıyor. Böylece, bu yaklaşımın hedeflediği gizli temel itkiyi gözler önüne seriyor yazar. Bu gizli amaç; Koçgirili her bireyin kendi kimliğine, tarihine, kültürüne ve siyasal tutumuna yabancılaşmasıdır kısaca.
Toplumsal değişimin ve siyasal tercihlerin nasıl dönüştüğünü, nüfus ve göç olgularını da ele alarak sağlam bir temellendirme yapmış olan Uçar, Osmanlı'dan Cumhuriyet’e bölgeye yaklaşımı sergiliyor. Yazar, Osmanlı arşivleri, Cumhuriyet’in iskan politikalarını ele alırken genelde ‘aşiret’(3) kavramı, özelde Koçgiri aşireti üzerine yoğunlaşmış.
Aşiret kavramı gibi ‘ethnos’, ‘etnisite’, ‘asabbiye’ olgularının da sosyo-ekonomik, tarihsel, kültürel ve coğrafi yaşam alanları etkisinde şekillenen, uluslaşmayla sonuçlanmak zorunda olmayan dinamik ve değişken olgular olduğunu söylüyor Uçar. Aşiret, bir taraftan ekonomik ihtiyaçların giderilmesi, öte yandan dış tehlikelere karşı can güvenliğinin sağlanması gibi gereksinimler sonucu toplumsal ve siyasal bir işlev yüklenir. Yani Engels’in ‘Kamu Gücü’ olarak tanımladığı güce dönüşür. Bruinessen ve Heckmann’ın da değindiği gibi aşiret kavramı yüzeysel olarak ‘geri’ ve ‘feodal’ sözcüklerine sıkıştırılmayacak kadar önemli bir işlev yüklenir Kürt toplumlarında.(4)
Kürt aşiret yapısı çözüldüğünde, mevcut tarihsel koşullarda, önümüzde duran tek seçenek olarak asimilasyon belirir. Yani Türk uluslaşması içinde eriyip yok olmak. Mevcut durum da zaten budur. Bu, beraberinde şu soruların çengeline asıyor bizi: Asimilasyon ilerleme midir? Modern anlamda aşiretçiliğin çözülmesini onaylamak ve aşiretçiliği ‘geri’ diye tanımlamak asimilasyonu savunmak anlamına gelmiyor mu? Bu durum Kürtlerin kendi gelenek, görenek ve tarihselliğiyle bağını koparmak gibi sonuçlar doğurmuyor mu?
Nitekim, sadece aşiretçilik geri, kaba bir ötelemecilikle tanımlanmadı, aynı şey Alevi inancına yönelik indirgemeci-aşağılayıcı yaklaşımla da ortaya kondu. ‘Dedelik’ kurumu ve onun nezdinde ‘Ocaklar’ hedef alınarak, ‘ gericilik’ damgasıyla damgalandı. 1937 tarihli TKP’nin Dersim raporunda da bu belirtilmiştir.(5) Gerek ‘Ocaklar’ hedef alınarak Alevilik inancı dejenerasyonunda, gerekse ‘aşiret’ üzerinden Kürt kimlik ve bilincine yönelik bu saldırılar tek bir şeyi hedefliyor: Bütün unsurları kendi kimliğinden sıyırarak ‘Türk kimliği’nde eritmek.
Her toplumsal yapı, toplulukların ihtiyaçlarına bütünüyle yanıt vermeyebilir. Olumlu olduğu kadar olumsuz yanları da söz konusudur. Aşiretçilik de bundan muaf tutulamaz.
Aristotales, insanı diğer canlılardan farklı kılanın ‘logos’ olduğunu söyler. Bu ise bir nevi konuşma ve akıldır. Yani aklın hükmünde konuşma, müzakere etme, politik olmanın koşuludur. Elbette bunları site şehir devletleri için söyler. Hiç kuşku yok ki aşiretçilikte de bir rasyonalite vardır, sorunları müzakere etme ve politikalar oluşturmak gibi. Burada bireyden çok topluluğun yararlılığı söz konusudur. Birey, aşiretle bir bütündür çünkü. Bu ise dış tehditlere karşı onu korur ve kollar. Ancak bu, örgütlülüğü sağlamlaştırmak adına çok katı bir hâl alabilir. Bu durum, ister aşiretin politik kimliğinde olsun ister gelenek, görenek de olsun sosyal yaşamda kendini açıkça ortaya koyar.
Aşiretçiliğin çözülüşüyle birlikte ciddi bir boşluğun oluştuğu, ahlaki değerlerin yitirildiği, kısaca ciddi bir kimlik sorununun belirdiği de açıktır. Aşireti ‘geri’ ya da ‘feodal’ diye tanımlamak, onu tasfiye etmek yerine onun kendi doğallığı içinde, kendi dinamikleriyle dönüşümüne olanak tanımak daha doğru bir tutum olurdu. Oluşan boşluk, dinsel inançlarla yani ‘Ocaklar’la doldurulur.(6) Böylece inanca dayalı, bağlı olunan Ocağa göre bir ‘kimlik’, aidiyet inşa etme gereği ortaya çıkar. Ve burada, toplumsal birliği sağlayan ve cemaati bir arada tutan en önemli ritüel Cem törenleridir.(7) Ancak gelişmeler inanç kültürünün de yaşam bulmasına olanak tanımaz.
Her coğrafyayı kendi tarihselliği içinde tanımlamak gerekir. Koçgiri coğrafyası, hem etnik hem de inanç kimliği açısından oldukça özgündür. Özellikle inanç kimliği bu özgünlükte daha belirgindir. Bu topluluk, inanç kimliğinden dolayı en büyük darbeyi Çaldıran Savaşı’yla(1514) almıştır. Osmanlılarla Safeviler arasında yapılan bu savaşın sonuçlarıyla yüz yüze gelmiş ve gerek fiziksel-doğal sınırlarını, gerekse ekonomik gücünü kaybetmiştir. Topluluk üyeleri dağlara sığınmış, tarihsel, sosyal, kültürel olarak bugünkü ‘Dersim’ sınırları içinde ‘görünmez’ hale gelmişlerdir. Dış ilişki kanalları merkezi hükümet tarafından daraltılmış, aşiret beylerinin gücü zayıflatılmıştır. Kızılbaş Kürt topluluğun sesi kesilmiştir böylece. Derin bir sessizliğe bürünmüştür bu topluluk.
Görülüyor ki, Anadolu bunun gibi daha nice katliamlara, isyanlara tanıktır. ‘Koçgiri Hadisesi’ olarak adlandırılan olay da bunlardan sadece biridir. Ve bugün üzerinden yüz yıl geçmesine rağmen hâlâ yaşananların acısı tazeliğini koruyor. Evet, Koçgiri bir isyandı bir yönüyle. Ancak aynı tarihlerde pek çok isyan vardı Anadolu’da. Ama hiçbiri Kızılbaş/Alevi Kürt topluluklarına uygulandığı gibi kitlesel katliamlarla bastırılmadı. Çoluk-çocuk, kadın-erkek, genç-yaşlı demeden süngülerle delinmedi, üstlerine duvarlar yıkılmadı, kurşuna dizilmedi, mağaralarda zehirlenmedi. Olsa olsa liderleri yakalandı ve cezalandırıldılar.
Çağ, ulus devlet çağıydı. Bu, kimi halklar için kurtuluş anlamına gelirken, kimi halklar içinse baskı ve katliam demekti özetle. Nitekim, Anadolu toprakları da bu boğazlamanın, bu delilik çağının dışında kalamadı. Yeryüzünde delilik olarak tanımlanacak çok şey var. Hint bilgelerinin ‘Maya’ ya da yanılgı örtüsü dedikleri bir tür delilik hali yani. Yakın tarihte yeryüzünün katlanmak zorunda kaldığı durumların hepsi bu tür bir delilikti: Dünya savaşları, Nazilerin uyguladığı Yahudi soykırımı, Ortadoğu'daki vahşi savaşlar, Anadolu’daki kıyımlar…
Bu zulümlerin tanıkları geriye dönüp baktıklarında şaşkınlık içinde kalırlar. Onca acı ne içindi diye.
Bu ‘delilik’ ya da ‘Maya’ hali hala devam etmekte ne yazık ki. Üstelik sadece insanla da sınırlı değil. Hayvanlar, bitkiler hatta yaşam alanlarının tamamı bundan payını almaktadır. Dersim ormanlarının, içindeki canlılarla birlikte vahşice yakılması, yaşam formlarına yönelik girişilen savaşların en vahşisidir. İnsan zihninin zehirlenmesi, beraberinde nehirlerin, havanın, toprağın da zehirlenmesine neden oldu. İnsan topluluklarının amacı bir arada barış içinde kardeşçe yaşamakken, modern zamanlarda bu ‘zehirli bir güce’ dönüştü. Güçlü olmak, ötekini yok etmek, ortadan kaldırmak anlamına geliyor. Tam tersine barışçı bir aradalık gerekli bize. Alevi inancı/felsefesi, yani öğretisi de bize bunu salık verir.
Her şeye rağmen çağın çocukları olarak, gene de bizler içimizde umutları çoğaltıyor, içimizdeki güneşleri parlatıyoruz. Kybele’nin saf çocuklarıyız en nihayet. Özgürlüğümüzü, öz benliğimizi, değerlerimizi korumak adına geride bıraktığımız onca acılı yaşanmışlığı, onca merhametsiz söylemi bilince dönüştürüyoruz. Yenilgilerimizin dersleri ışığında, kederimizi kucaklayıp umudu yeniden yeşertiyoruz.
Bir köprü, bir denge, bir uzlaşma olasılığı var mı? Bilinmez. İmparatorluktan Cumhuriyet’e mirastır çünkü bu kanlı maske. Yüzleşmek ancak ‘erk’in yüzündeki maskeyi sıyırması, yüzündeki kanlı boyayı yıkamaya niyet etmesiyle mümkündür. Böylece tertemiz yıkanmış yüzlerle hep beraber berrak ve sessiz göğe bakabiliriz. Yarının, tarihin yolunu birlikte açabiliriz.
Dipnotlar:
- Tevrat’taki Folklor (Frazer’in Folk love in the Old Testament kitabından-The mark of Cain bölümü) Aktarım:Bernard Russel/Sorgulayan Denemeler, s. 20
- Gültekin Uçar, Koçgiri aşiret, kimlik, siyaset, Ayrıntı Yay. Birinci Basım: 2019
- Aşiret, dil ve kültür yönünden büyük bir türdeşlik gösteren, bir çok boydan oluşan, yapısındaki aileler arasında ekonomik, din,kan veya evlilik bağları bulunan göçebe veya yerleşik nitelikteki topluluk olarak tanımlanır(TDK)
- a.g.e, s. 58
- Komünistlerim 8 Temmuz 1937 tarihinde kaleme aldıkları Dersim raporunun tam metni, https://odatv4.com/iste-komunistlerin-dersim-raporu-2211141200.html
- Ocaklar, Kızılbaş toplulukların eşit paylaşıma dayalı inançsal yapılarıdır.
- Dar-ı Sır adlı romanımın kaynak taraması sırasında sıklıkla ‘aşiret’ ve ‘ocak’ kavramlarının birbirinin yerine ve yanlış olarak kullanıldığına rastladım. Oysa biri etnik kimliğe dayalı sosyal-siyasal bir varoluşu, ötekisi ise inançsal bir yapıyı tanımlamakta daha çok.