Yüzyılın seçimi: Umut vs. değişim korkusu
Bu seçimlerde, değişim isteği/umudu değil, değişim korkusu öne çıktı diyebiliriz; çünkü değişim korkutucudur, umudun yanında bir nebze belirsizlik içerir ve öyle görünüyor ki toplum muhafazakarlaştı.
Necat Keskin*
Türkiye Cumhuriyeti’ni 2. yüzyıla taşıyacak “yüzyılın seçimi”nin ilk turu geride kaldı. Bu ilk tur ile birlikte Meclis milletvekili aritmetiği de belli oldu. Milletvekili dağılımlarına bakarak sonuçları çok da sürpriz olmayan bir seçimi geride bıraktık diyebiliriz. Özellikle Cumhurbaşkanlığı seçiminde Kemal Kılıçdaroğlu’nun kazanacağına çok fazla umut bağlayanlarda önemli bir hayal kırıklığı yaratmış olsa da, kimsenin mutlak olarak kaybetmediği fakat yine kimsenin mutlak olarak kazanmadığı; herkesin kendi kalesinde az- çok kaybedip kazandığı bir seçimi (ilk turunu!) geride bıraktığımızı ifade etmek gerekir. Kırmızı ile gösterilen kıyılar yine kırmızı; orta kesim ve Karadeniz kıyı şeridi yine sarı; ve Kürt coğrafyası yine yeşil! Yani geniş açıdan bir Türkiye fotoğrafı! Belki sürpriz olarak MHP’nin aldığı oylar gösterilebilir ki o da aslında bir önceki seçime göre oylarını azaltmış durumda. Sonuçları üzerinde özellikle ikinci tur sonrasında çok fazla tartışma ve değerlendirmeler yapılacaktır kuşkusuz, fakat burada birkaç nokta üzerinden ortaya çıkan bu sonuçların bize ne anlattığını ifade etmeye çalışacağım. Yeşil Sol/HDP ve Kürtlerin durumu ayrı bir yazının konusu olacak.
Doğaldır ki bir seçimde muhalefet, yani iktidara talip olanlar değişimi ya da değişime ilişkin umudu vermek isterler topluma; iktidarda olanlar ise yaptıklarını ön plana çıkarırlar ve bir nevi savunma pozisyonundadırlar. Bu seçim sürecinde de bu durumu gözlemledik aslında, bir yandan değişim vaadi, diğer taraftan var olanın savunulması!
İktidar 20 yılın tüm tecrübelerini ve yanı sıra devletin ve iktidar olmanın tüm olanaklarını kullanarak seçim kampanyasını yürüttü. Hatta tüm temayüllerin aksine, şimdiye kadar her seçimde gördüğümüz İçişleri, Adalet ve Ulaştırma bakanlarının görevden ayrılmaları bile gerçekleşmedi. Yani kısacası devletin tüm kurumları ve olanakları hali hazırdaki iktidar bloğundaki parti(ler) ve onların Cumhurbaşkanı adayı için kullanıldı; medyanın çok önemli bir bölümü de iktidarın propagandasını kitlelere ulaştırma görevini yerine getirdi. Dolayısıyla, iktidarın muhalefet partilerine göre orantısız bir propaganda gücü ile sahaya indiğini öncelikle belirtmek gerekir. Yanı sıra, Cumhurbaşkanı, otoriter iktidarlara özgü bir şekilde, kampanyasını kutuplaştırıcı ve ötekileştirici argümanlar üzerinden, toplumun “fay hatları”na oynayarak, kültürel, dini ve etnik hassasiyetleri, “beka sorunu”nu, ön plana çıkararak yürüttü ki böylece özellikle ekonomik krizin ve diğer yönetimsel krizlerin çok fazla ön plana çıkmasının önünü almış oldu. Ve gelinen noktada da başarılı olduğunu kabul etmek gerekir.
Diğer yandan muhalefet adayı daha kapsayıcı, birleştirici argümanlarla ve ekonomik ve yönetimsel krizi sürekli vurgulayarak değişim vaadiyle/umuduyla çıktı toplumun karşısına. Bununla birlikte, muhalefet oluşturdukları masanın doğal bir sonucu olarak da, başından beri bir dağınıklık görüntüsü verdiler. O değişim vaadini ve umudunu kitlelere yeterince ulaştıramadılar bir anlamda.
Bu koşullarda ve her şeye rağmen toplum yüksek bir katılım oranıyla sandıklara gitti. Bununla birlikte, bagajlarında karşılıklı birikmiş tüm öfke ve önyargılara, dini, etnik ve kültürel tüm hassasiyetlere rağmen, kadın, erkek, yaşlı, gençlerin yanlarına çocuklarını, torunlarını, kardeşlerini, yeğenlerini alarak, ele ele sandıklara gidip oy kullanmaları, geleceklerini tayin etmek üzere, sevdiği/beğendiği kişi/leri meclise göndermek, Cumhurbaşkanını seçmek üzere sandığa gitmeleri, her şeye ve tüm eksikliklerine rağmen Türkiye demokrasisi için olumlu bir fotoğraf olarak görülmelidir. Peki ortaya çıkan sonuçlar bize ne ifade etmektedir?
Bu seçimlerde, değişim isteği/ umudu değil, değişim korkusu öne çıktı diyebiliriz; çünkü değişim korkutucudur, umudun yanında bir nebze belirsizlik içerir ve öyle görünüyor ki toplum –olarak hepimiz- “inanç” anlamında değil belki ama yaşam tarzı, umut etmek anlamında değişime karşı biraz muhafazakarlaştı(k)!. ve bu da doğal olarak sonuçlara da yansıdı. Yeni olana doğal olarak bir şüphe ile yaklaşma durumu var ortada ve öyle görünüyor ki, muhalefet ilk turda bu şüpheleri gideremedi.
Bir başka tartışılan nokta da, toplumun ekonomik sıkıntılara önem vermediği veya onları yeterince önemsemediği konusudur. Ekonomik sıkıntılar önemli olmadığından değil, ya da toplum ekonomik sıkıntılara önem vermediğinden değil, fakat her şeye rağmen “kurulu bir düzen”e sahip olmak üstün geldi denilebilir. Elinde kalan o “en az”ı da kaybetme korkusu da denilebilir! Elindeki azalırken, daha fazlasını umut etmek yerine elindekine sıkı sıkıya sarılmayı tercih ediyor; kendisi için bir risk konumuna gelen “umut”tan ziyade, elinde kalan “az”a bakıyor insan! Bir de bu açıdan ele almak gerekir ortaya çıkan sonucu.
Yine, deprem bölgelerinde iktidarın –yine- yüksek oy almasını biraz da bu açıdan değerlendirmek gerekir, felaketi yaşayan insanları suçlamak yerine! Deprem, sel, orman yangınları, insanların umurunda olmadığı için değil, fakat kanımca “her şeye rağmen yaşıyoruz” düşüncesi ön plana çıktı. Öyle görünüyor ki burada da muhalefet o değişim umudunu sahaya yansıtamadı. Bunu ikinci turda başaracak mı, hepimiz bekleyip göreceğiz.
Diğer yandan, hali hazırdaki Cumhurbaşkanı makamında olmanın tüm imkanlarının da kullanılmasıyla, Recep Tayyip Erdoğan’ın, ziyaret ettiği şehirlerde uzun konvoylarla karşılanmasının ve şehirlerdeki yolların bu uzun konvoyların rahatça geçmesi adına kapatılmasının toplum nezdindeki kendisine yönelik “güçlü adam” algısını güçlendirdiğini ifade etmek gerekir. Malum dünyada “güçlü lider” rüzgarının estiği bir dönem ve Türkiye de bu dünyanın bir parçası. Bunun karşısında muhalefetin adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun yaklaşımı zaten var olan “güç”ün paylaşımı üzerine kurulu ve öyle görünüyor ki toplum bu “güç paylaşımının” sonuçlarına yeterince güven duy(a)madı gibi. Değişim korkusu burada da kendisini ortaya koymuş görünmekte. İktidar kampanyasını kutuplaştırma, ötekileştirme, kültürel, dini, etnik hassasiyetler üzerinden kurunca da toplumda ibre “gücün paylaşılması”ndan “gücün tek elde toplanması”na doğru yönelebiliyor.
Bütün bunlara rağmen, seçim sonuçları –ikinci turun sonuçlarından bağımsız olarak- toplum iradesinin Meclis’e yansıması anlamında umut verici bir durumu ortaya koymaktadır. Seçim sonuçlarına göre AKP, CHP, Yeşil Sol (HDP), MHP, TİP, YRP, İYİ Parti, DEVA, GELECEK, MHP; Farklı siyasal düşünce ve programa sahip 11 siyasal parti –az veya çok- Meclis’te yerini alabilecek ve bu yönüyle, belki de şimdiye kadar en geniş temsiliyetin sağlandığı bir Meclis olacaktır. Bu durum Türkiye demokrasisi ve Cumhuriyetin 2. yüzyılı için çok önemli bir fırsattır, eğer – ikinci turda kimin kazanacağından bağımsız olarak- değerlendirilebilirse. Bu durum geniş bir Türkiye fotoğrafı sunuyor bize ve birlikte yaşamanın da imkanlarını. Dolayısıyla, bu seçim sonuçları ve böylesi geniş toplum kesimlerinin temsil edildiği bir Meclis, Kuvvetler ayrılığının tam işlediği, devletin kurumlarında liyakatın temel alındığı, temel hak ve hürriyetlerin “ama”sız bir şekilde sağlandığı, tüm etnik, dini ve kültürel kimliklerin kendilerini özgürce ifade ettiği bir Türkiye inşa etmek için önemli bir fırsat sunmaktadır. Değerlendirilebilirse tüm Türkiye halkları olarak bizi bambaşka bir 2. yüzyıl bekliyor olabilir. Aksi halde şimdi yaşadığımız aynı sorunları hem biz, hem de bizden sonraki kuşaklar tekrar yaşamak zorunda kalacağız.
*Öğretim Üyesi/ Mardin Artuklu Üniversitesi