YAZARLAR

Ziya Gökalp der ki!

Gökalp'e göre Osmanlıcanın günlük konuşma dili olması mümkün değildi; zira bu dil doğal bir lisan değildi; Esperanto gibi suni bir lisandı. Bu Osmanlı Esperanto’sundan bir konuşma dili türetmek imkânsızdı. O halde kolay olan, yani halkın dilini yazı dili haline getirmek gerekmekteydi. Zaten halk edebiyatı bu dille yazıldığından "Osmanlı lisanını hiç yokmuş gibi bir tarafa atarak, halk edebiyatına temel vazifesini gören Türk dilini aynıyla millî lisan addetmek kâfiydi."

Cem Yılmaz, Anadolu Rock Nasıl Yapılır adıyla bilinen ünlü parodisinin altıncı stepinde, "baktın seni dinlemiyorlar, eskilerden birini bulacaksın" diye öğüt vermekteydi. Ben de bu yazıda Osmanlıca mevzusundaki tartışmamız için Ziya Gökalp’e baş vurmayı uygun gördüm.

Ziya Gökalp, Türkiye’de sağ akımlara nasıl kaptırıldığını anlayamadığım ilginç bir şahsiyet ve düşünürdü. Günümüzde yaşasaydı sağ cenahta asla kendine bir yer bulamazdı diye düşünüyorum. Mesela Gökalp eski Türklerin eşitlikçi-demokratik bir kültüre sahip olduklarını; hatta eski Türklerde toplumsal cinsiyet sorunu olmadığını savunmaktaydı. Zamanımız iktidarının ‘ailenin temelini dinamitleyen toplumsal bir tehlike’ olarak telakki ettiği feminizme sempatiyle bakıyordu. Gökalp şöyle demekteydi: "Dünyanın en demokrat kavmi eski Türkler olduğu gibi, en feminist nesli de yine eski Türklerdir. Zaten feminizm, demokrasinin yani müsavatın (eşitliğin) kadınlara ait bir tecellisinden ibarettir".[1] Başka bir yerde de diyor ki "Eski Türkler hem demokrat, hem de feminist idiler. Zaten, demokrat olan cemiyetler, umumiyetle feminist olurlar. Türklerin feminist olmasına başka bir sebep de, eski Türklerce Şamanizmin kadındaki kutsi kuvvete istinad etmesi idi".[2]

Nerden nereye... Bir yanda Gökalp'in Türkçülüğün Esasları adlı kitabındaki fikirlerine bakıyoruz, öbür yanda Gökalp'i görünüşte pek sahiplenen iktidar ortaklarının kadınlar, kadın hakları mücadelesi, feminist toplantılar hakkındaki tutumuna. Şayan-ı hayret bir vakıa...

Bir Türkçü olarak Gökalp, Osmanlıcanın sadeleştirilmesini ve mümkünse ibadetlerin de Türkçe yapılmasını savunmaktaydı. Bilindiği üzere ezanın da Türkçe olması gerektiği düşüncesiydi. Bu mevzu Türkiye'de laiklik tartışmaları minvalinde sürüp gitmekte... Halbuki Türkçe ezan tartışması laiklikle değil Türkçülükle ilgili bir konuydu. Türkçe ibadeti savunanlar asıl olarak Türkçü aydınlardı ki bu mevzu da aslında 19. yüzyıl sonlarında Arapça yapılan hutbelerin halk tarafından anlaşılmadığını; en azından hutbelerin Türkçe yapılması gerektiğini tartışmaya kadar geri gitmektedir. Günümüzde Türkçe ezana karşı çıkanlar ne hikmetse Türkçe cuma hutbelerine karşı değiller; oysa mantıken ona da karşı olmaları gerekir. Zira Türkçe hutbe de sonradan peyda oldu, Osmanlıda hutbeler Arapçaydı. Bazı kaynaklara göre ilk Türkçe hutbe 1911'de Bursa'da Arapça hutbenin tekrarı olarak okunmuştu. 1916'da Balıkesir'de de benzer şekilde iki dilli hutbe okunmuştu. 1927'den sonra artık hutbeler Türkçe oldu. Türkçe ezan karşıtlarının bu konuda tutarlı olmak için hutbelerin yine eskiden olduğu gibi Arapçaya döndürülmesini savunması gerekir. Ama anladığım kadarıyla Türkçe ezana çok kızanlar cuma hutbelerinde yapıla geldiği üzere siyasi propaganda ve yardım kampanyası reklamlarının halkın anladığı dilde sürdürülmesinden şikâyetçi değiller.

Neyse biz asıl konumuza dönelim. Gökalp Osmanlıca için “medeniyetimizin diliydi; ama kültürümüzün (hars) dili değildi” diyordu.[3] Gökalp Osmanlı’da iki dil bulunduğunu söylemekte, bunlardan birini konuşulup da yazılmayan “İstanbul halk lehçesi”, diğerini ise yazılıp da konuşulmayan “Osmanlı lisanı” olarak isimlendirmekte ve "Acaba, millî lisanımız bunlardan hangisi olacaktır" diye sormaktaydı. Gökalp'e göre bu ikilik hastalıklı bir duruma yol açıyordu ve bu hastalığın iki tür tedavisi vardı: Ya konuşma dili yazı diline çevrilecek ya da yazı dili konuşma dili olacaktı. Gökalp'e göre ikinci seçenek yani Osmanlıcanın günlük konuşma dili olması mümkün değildi; zira bu dil doğal bir lisan değildi; Esperanto gibi suni bir lisandı. Bu Osmanlı Esperanto’sundan bir konuşma dili türetmek imkânsızdı. O halde kolay olan, yani halkın dilini yazı dili haline getirmek gerekmekteydi. Zaten halk edebiyatı bu dille yazıldığından "Osmanlı lisanını hiç yokmuş gibi bir tarafa atarak, halk edebiyatına temel vazifesini gören Türk dilini aynıyla millî lisan addetmek kâfiydi."

Gökalp halkın Osmanlıcayı anlamadığına dair eğlenceli örnekler de vermekteydi. Mesela, halk âlâim-i sema’yı, eleğim sağmal şeklinde anlıyor ve söylüyordu. Balimoz’u balyemez suretine sokmuştu. Zülfazl’ı Sol fa sol yapmıştı. Şerefresan vapurunu Şerif Hasan diye okuyordu. Nüvid-i Fütuh’u Delik Kütük diye anlıyordu. Fetih-i Bülend’i, Yedi Bölen yapmıştı vb.[4]

İslami aydınlar halkın Osmanlıcayı anlayamadığı gerçeğini kabul etmek istemiyorlar ve bu anlamama durumundan, çok geç bir tarihte şekillenmeye başlayan dil devrimini sorumlu tutuyorlar. Örneğin Ahmed Cevdet Paşa’nın meşhur Kıssas-ı Enbiya’sını günümüz alfabesine aktaran yayınevi kurulu kitabın sunuş yazısında şunları söylemiş: “İtiraf etmek icab eder ki, Kıssas-ı Enbiyâ’nın (orijinal) lisanı bugünkü (1994) nesillere eski gelmekte ve devrim-zede birçok “okur-yazarlar” tarafından tamamıyla anlaşılamamaktadır. Kabahat güzel Türkçemizde değil, fakat onu berbat eden “uydurukçularda” (Öztürkçeciler kastediliyor), aşırı sadeleştirme hastalarındadır…. Bir İngiliz çocuğu, dört asır önce ölmüş Shakespeare’in piyeslerini zevkle takip ediyor… Fakat bizim nesiller bırakın dört asır önceki bir Türk yazarını elli yıl evvel yazılmış bir kitabı bile doğru dürüst anlamıyorlar. Anlamaktan geçtik bazılarını hiç okuyamıyorlar.”[5]

Kısacık bir paragrafta bu denli yanlış bilgi ve yorumun bir araya gelmesi hakikaten enteresan bir durumdur. Bir kere çokça tekrar edilen şu Shakespeare’i anlayabilen İngiliz çocukları iddiasına bakalım. İngiliz dili tarihi uzmanı değilim ama internette Shakespeare’in piyeslerinin yazıldığı dönemlerdeki dille yani Erken Modern İngilizce ile modern İngilizce metinleri karşılaştıran sayfalara bakıldığında günümüz İngiliz çocuğunun bunları hiç de öyle kolayca anlayamayacağını rahatlıkla söyleyebilirim. Mesela Hamlet’in daha ilk perdesinde, Francisco “Yo sen söyle, dur orada tanıt kendini!” (No, you answer me, Stop and identify yourself!) demekte. Orijinal metin ise şöyle “Nay, answer me: stand, and unfold yourself”. Şimdi günümüz İngiliz çocuğu bu “Almancavari” sözcükleri pat diye anlıyor mu? Günümüzde ayakta durmak/dikilmek anlamına gelen stand’ın bir zamanlar orda kal/dur anlamına geldiğini fark ediyor mu bilemem… İngiliz halkının günümüzde de Shakespeare İngilizcesiyle konuştuğunu sanmak hayli ilginç bir durum. Gerçi 16. yüzyıldaki Britanya halkı da Shakespeare’i bütünüyle anlayabiliyor muydu ondan da emin değilim.

Ahmet Cevdet Paşa’yı anlamamamızın sebebi elbette dil devrimi değil; zira kendi çağında da Ahmet Cevdet Paşa gibi yazanlar halk tarafından anlaşılmıyordu. Karagöz-Hacivat diyaloglarındaki mizah unsurunun, halkın Osmanlıca terkipleri ve sözcükleri anlayamaması üzerine kurulmuş olduğunu hatırlamalıyız. Ağalık oyunundan kısa bir alıntı yapalım. Bu komedi diyaloglarında Karagöz ‘aklı kıt’ olduğu için Hacivat’ı anlamıyor değildir. Ümmi (eğitimsiz) olduğu için Osmanlıca terimleri anlayamamaktadır. Türkçe söylendiğinde pekâlâ ne dendiğini anlar.

“Hacivat: İşte, Karagöz’üm, o Acem’in pederi İran’dan Tahran’a gelirken vefât etmiş.

 Karagöz: Pazardan tarhana getirirken Vefa’ya mı gitmiş?

Hacivat: Bak habîse! Yani esnâ-yi râhta füc’eten mürd olmuş.

Karagöz: Ayvansaray’da bekçi Kürd’ü mü bulmuş?

Hacivat: Bak şu münasebetsize! Yani yolda pederi ölmüş.

Karagöz: Ulan, deminden beri böyle söylesene!”

Oyun esnasında Hacivat, Karagöz anlasın diye en sonunda kendinden ödün vererek ve sıkıntılı bir ses tonuyla Türkçe açıklama yapar.

Hacivat: Nihayet, “belki hüznümü izâleye muvaffak olurum” diyerek İstanbul’a gelmiş.

Karagöz: Hasan Ağa ile fıstıklı lokum yiyerek İstanbul’a mı gelmiş?

Hacivat: “Eğlenirim” diye İstanbul’a gelmiş.

Karagöz: E, sonra?

Hacivat, Karagöz diyaloğa biraz vakıf olmasını fırsat bilerek dayanamaz ve yeniden kendi bildiği kalıba geri döner, ama sonuç yine hüsrandır.

Hacivat: Sonrası, Karagöz’üm, eğer şimdi bu Acem’in kalb-i gamnâkini ferahnâk edecek olursan, sana birçok dînâr verecek.

Karagöz: Nasıl, nasıl? Eğer Acem’in karnabaharını kebap edersem bana enginar mı verecek?”

Sonuç olarak bizim Ahmet Cevdet Paşa’yı anlayamıyor olmamızın sebebi ‘Öztürkçeci uydurukçular’ değil, halk diliyle saray dili arasındaki büyük mesafedir. Gerçi saraydakiler de bu dili anlayamıyorlardı. II. Abdülhamid’in en güvendiği paşalarından Yedi-Sekiz Hasan Paşa hakkında anlatılan fıkralar bize saraydaki durumun da pek farklı olmadığını gösteriyor. Gerçek bir halk adamı olan Hasan Paşa okuma yazması olmadığı için yedi ve sekiz harflerine benzeterek imzasını atabilmekteydi… Arabi/Farsiden de anlamıyordu. Bir gün saraya odun taşıyan arabacılar “odun geldi” yerine kibarlık olsun diye paşaya “hatab geldi” dediklerinde Hasan Paşa, bu kelimeyi bilmediğinden hatab’ı kişi sanarak “tamam buyursun gelsin o zaman” demişti. Fıkra gerçek olmayabilir; ama her fıkrada bir gerçeklik payı olduğu da unutulmamalı.

Sonuç olarak Osmanlıca metinleri eskidikleri için anlamıyor değiliz. Tam aksine çok daha eski metinleri halk dilinde olduğu için anlıyoruz. "Geh ebr veş giryan edip geh bad veş püyan edip Mecnun-ı sergerdan edip sahralara saldın beni” diyen Baki’yi (öl. 1600) anlamakta zorlanıyoruz. Ama “Akça kızlar göç eyledi yurdundan, Koç yiğitler deli oldu derdinden” diyen Karacaoğlan’ı anlıyoruz. Hatta sekiz asır önce yaşamış Yunus’un “Yüz bin cefa kılsan bana, senden yüzüm döndürmezem, Canım dahi alır isen, senden yüzüm döndürmezem” dizesini de anlıyoruz. Demek ki mesele Osmanlıca ile aramıza giren yıllar meselesi değil. Halk dili ile saray dili arasındaki mesafe idi. Aslında bu mesafe her zaman bu kadar açık değildi. Başlangıçta Osmanlı sarayı da halkın sade diline yakın yalın bir dil kullanmaktaydı. Neden sonra mesafenin bu kadar açıldığına daha sonraki bir yazıda değinmeyi planlıyorum.

NOTLAR:

[1] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Osmanlıcadan çeviren: Ebru Özgün ve Buğra O. Uluyüz, Anadolu Üniversitesi Yayını, Eskişehir, 2019, s.151.

[2] Gökalp,a.g.e.s.160.

[3] Gökalp, a.g.e.s.29.

[4] Gökalp, a.g.e.s.119.

[5] Ahmed Cevdet Paşa, Kıssas-ı Enbiyâ Cilt II,Bedir Yayınları, İstanbul,1994,  s.3


U. Töre Sivrioğlu Kimdir?

1980 yılında Gönen'de doğdu. Ege Üniversitesi'nde arkeoloji bölümünden mezun oldu. Arkeoloji alanında yüksek lisans ve tarih alanında doktora eğitimi aldı. Türkiye'nin çeşitli illerinde ve İran, Özbekistan, Afganistan gibi ülkelerde kazı ve araştırma projelerine katıldı. İran, Bizans, Osmanlı/İslam sanatı ve arkeolojisi üzerine çeşitli araştırmaları yayınlanmıştır. Arkeoloji ve tarih temalı atölyeler yapmaya devam etmektedir.