YAZARLAR

Zor bir yıldan daha zor bir yıla doğru…

Kadına bütçeden ayrılan pay ile Aile Enstitüsü'nün kuruluşunu, Nüfus Politikaları Kurulu ile birlikte değerlendirdiğimizde kadınları 2025’te çok daha güçlü bir eşitlik mücadelesinin beklediği anlaşılıyor.

Yılın son yazısında kadın eşitlik mücadelesi açısından değerlendirme yapmak niyetindeydim. Ancak tüm yıl tutmaya çalıştığım notları gözden geçirmeye bile gerek duymadım. Çünkü son birkaç günde yapılanlara değinmek hem sona eren yılın hem de gelecek yılın kadın hakları ve cinsiyet eşitliği yönünden yaşadıklarımızı ve önümüzdeki sene yaşayacaklarımızı açıkça ortaya koyacak nitelikte.

Bütçeden başlayalım. 2025 bütçesi muhalefetin önergelerine rağmen Saraydan geldiği gibi geçti Meclisten. Parlamentonun en önemli görevlerinden birisi olan bütçe denetimi sorumluluğu bu yıl da yok sayıldı. Bir kere daha işlevsizleştirildi parlamento. Tabii tek adam rejiminin Cumhurbaşkanlığı Kararları ve Kararnameleri de iktidarın kendi kendini yetkilendirmesiyle ele geçirdiği güçlerden birisi. Hem bütçe politikası hem kararname yetkisiyle son günlerde bu yılı nasıl geçirdiğimiz ve gelecek yılda başımıza neler geleceğine dair ipuçları, yakın günlerde belirginleşti.

Evet, bütçede kadının güçlenmesine ayrılan pay 5 milyar. Toplumun yarısını oluşturan kadın nüfusunu düşününce bu güdük payın, kadının güçlenmesini önleyecek bir rakam olduğunu görmek, söylemek gerekir. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı (ASHB) bütçesinde kadınlar için sadece 5 milyar ayrılırken aile için 17 milyar ayrılmış durumda. Pek çok kişinin ‘kadın da bir aile bireyi olduğuna göre bu 17 milyardan kadın, ekstra pay alacak’ şeklinde düşüneceğini tahmin ediyorum. Fakat mesele bu kadar basit değil. Yılın son günlerinde kurulan Aile Enstitüsü'nün kararnamesini hatırlatarak neden basit olmadığını anlatmaya çalışayım. Aile kavramının bu iktidarın dilinde ailede ve toplumda erkek egemenliğini tahkim için kullanılan bir şifre sözcük olduğunu hep yazarım. Eşitlikçi insanların konuya bu şifreyi çözerek bakması gerekir.

25 Aralık tarih ve 32763 sayılı Resmî Gazetede yayınlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle Aile Enstitüsü kuruldu. ASHB bünyesindeki Enstitü kuruluş kararnamesinde aile hakkında tanım bulunmuyor. Anayasa ve yasada mevcut “eşlerin eşitliğine dayalı aile” ilkesine de atıf yok. 4 maddelik kararnamenin amaç, tanım ve kuruluş maddeleri hayli muğlak. Örneğin 3. maddede kuruluş hakkında “bu kararname ve ilgili mevzuatta verilen görev ve yetki…” ifadesiyle yetinilmiş. İlgili mevzuat derken hangi mevzuatın hangi maddeleriyle çerçevelendiği belirsiz. Yazmaya hiç ihtiyaç bile duyulmamış. 4. maddesinde Enstitünün görev ve yetkileri sayılıyor.  (1) Enstitünün görev ve yetkileri şunlardır: a) Aile yapısının ve değerlerinin korunması, güçlendirilmesi, ailenin sosyal refahının arttırılması, kadın, çocuk, engelli, yaşlı, şehit yakını, gazi ve gazi yakını ile ilgili politikalara veri oluşturmaya yönelik tüm bakanlık faaliyetlerini kapsayan araştırmaları yürütmek. b) Bakanlığın faaliyet alanı ile ilgili olarak süreklilik arz eden ulusal ve stratejik nitelikte olan araştırma faaliyetlerini sektörler ve disiplinler arası bir yaklaşımla yürütmek. Bu kadar. Tanımı yapılmayan aile yapısı, kim bilir kimin aklındaki muhayyel ‘değerler’ algısı ile korunmaya ve güçlendirilmeye çalışılacak.

Yaz aylarında gündeme geldiğinde böyle bir yapının Adalet Akademisi bünyesinde çalışacağı duyurulmuştu. İran Anayasasındaki “aile vesayeti” kavramını hatırlatmış ve aile için meşihat makamı mı oluşturuluyor sorularına yol açmıştı. Hayata geçirildiğinde yargı erkinin parçası olan Adalet Akademisi içinde değil ASHB bünyesinde yer alması “meşihat makamı” şüphesini (şimdilik) düşürmüş görünüyor. Ancak yargı yerine idari yapıda yer alması da sorunsuz değil. Sadece bir araştırma enstitüsü olarak sunulması da ‘nasıl bir aile, hangi değerler?’ sorularına cevap bulamayışımız da kuşkulandırıcı. Kadın erkek eşitliğine dayalı bir aileden söz edilmediği ise kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık. Araştırma yapılacak aileyi sayarken, toplumun yarısı olan kadın dahil edilirken, toplumun bakıma, özel ilgi ve desteğe muhtaç olan dezavantajlı kesimleriyle birlikte sayılıyor. Ama bilin bakalım kim yok? Erkek yok. Acaba iktidarın “babasız aileler” tasavvur ettiğini mi düşünmeliyiz? Yoksa ‘erkekler bu dezavantajlı kesimlerle birlikte sayılabilir mi? Haşa sümme haşa!’ denilerek bilerek eksik bırakıldığını mı düşünmeliyiz? Kadınların ve erkeklerin doğuştan eşit insan kabul edilmediğinden mi emin olmalıyız?

Toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtı iktidarın aile politikası da erkek egemenliğine dayalı ve Anayasa ve toplumsal yaşamın anayasası olan Medeni Kanun’da mündemiç, eşlerin eşitliği ilkesine aykırı. İlk bakışta acemice, çalakalem yazılmış bir kararname izlenimi verse de yılların tecrübesiyle sabit ki tanımsız, görev ve yetki sınırları muğlak, mevcut mevzuatta hangi maddelere dayalı olduğu belirtilmeyen bu kararname, özellikle içi boş bir çuval gibi bırakılmış. İktidar zamana ve zemine göre, neye ihtiyaç duyarsa, içine istediği işleyişi doldurabilmek için özel olarak bu yöntemi seçiyor. Toplumsal itirazlar nedeniyle Adalet Akademisi yerine ASHB bünyesinde açılması kadınlar için “aile vesayeti” benzeri bir düzenlemeyi, birkaç adım daha uzaktan dolaşarak, karda yürüyüp iz bırakmadan gerçekleştirecek bir politik hamle olabileceği ihtimalini de hatırda tutalım.

Aynı gün aynı tarihli Resmî Gazeteden Nüfus Politikaları Kurulu oluşturulduğunu da bir diğer Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile öğrendik. Nüfus politikaları her zaman kuşku verici. Toplum tasarımı anlamına gelir benim için. Faşizan yaklaşımları çağrıştırır. Irkçı ve cinsiyetçi düzenlemelere kapı aralayacak politikaların oluşturulma ihtimali çok yüksek. İçişleri ve Adalet Bakanlıklarından Diyanete, ASHB’den TÜİK’e kamu kurumlarının pek çoğu yer alıyor, Nüfus Politikaları Kurulu’nda. CB yardımcısı kurul başkanı yapılmış ve onun katılamadığı toplantılarda Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı (ASHB) başkanlıkla görevlendirilmiş. Milli Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanlıkları da Kurulda. Topyekun bir nüfus politikası planlanacak ve burada kadınların payına doğurganlık görevi düşecek gibi görünüyor. Kadınların varlık nedeni nüfusun yeniden üretimi görevinden ibaretmiş gibi bir yaklaşım üretilmesi mümkün. Kadına bütçeden ayrılan pay ile Aile Enstitüsü'nün kuruluşunu, Nüfus Politikaları Kurulu ile birlikte değerlendirdiğimizde kadınları 2025’te çok daha güçlü bir eşitlik mücadelesinin beklediği anlaşılıyor.

Bu kadarı yetmezmiş gibi Mecliste çalışmakta olan Şiddet Komisyonu haberi de gündemi biraz daha karartıyor. TBMM Kadına Karşı Şiddeti ve Ayrımcılığı Araştırma Komisyonu TÜİK verileriyle kadına şiddeti anlamaya çalışmış. Enflasyon sonuçlarına güvendiğimiz kadar güvenebileceğimiz veriler ve ait oldukları yıllar çok dikkat çekici. “2004'te kadınların yüzde 37'si gece yalnız yürürken kendini güvende hissederken 2023'te bu oran yüzde 56'ya çıktı.” 2023 yılında hala kadınların yarıya yakını gece sokakta yalnız yürümekten endişeleniyor ülkemizde. Ki gerçeğin bu rakamın çok daha üstünde olduğunu biz kadınlar yaşayarak biliyoruz. Şiddet verileri hakkında ise dikkati çeken 2014 verilerinin seçilmiş olması. “Fiziksel veya cinsel şiddet olarak ele alındığında da oranın 2008 yılında yüzde 41,9 iken 2014 yılında 37,5 olduğu kaydedildi.” Bu bilgi bize iki şey söylüyor. Birincisi 2008 ve 2004 yılları dışında TÜİK tarafından şiddet araştırması yapılmadığı gerçeğinin artık meclis kayıtlarına da geçmiş olmasıdır. İkincisi İstanbul Sözleşmesi’nin önemini açığa çıkarmasıdır. Kadın hareketi verilerinde, İstanbul Sözleşmesi'nin onaylanması ve 6284 sayılı şiddet yasasının kabulü yıllarında cinsiyet temelli şiddetin azaldığı bilgisi vardı. Nedeni ise faillerin deyim yerindeyse siyasi iradenin şiddetle mücadelede kararlı olduğunu düşünüp “ayaklarını denk alması” yani ağır ceza ihtimaliyle tedbirli davranması idi. Çünkü 2014 yılı İstanbul Sözleşmesi’nin Türkiye bakımından yürürlüğe girme yılı. Artık Sözleşme’nin uygulanacağı ön kabulüyle failler fiziksel şiddet -ki muhtemelen kadın cinayeti kavramını kullanmak istemedikleri için seçilmiş olmalı- ve cinsel şiddet eylemlerini tasarlarken daha dikkatli olmayı seçmişlerdir. Şiddet politiktir tespiti ile tam olarak örtüşen bir sonucu paylaşmış TÜİK temsilcisi. Sözleşme’den tek taraflı çekilme hukuksuzluğunun şiddet verilerine yansıması ve kadın yaşamına maliyeti konusunda araştırma yapmak ise TÜİK için yürek ister. 2014 sonuçları ile avunma fırsatı veriyor AKP iktidarına. Aradan geçen 10 yılda kadın karşıtı ve toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtı siyasi kararlar nedeniyle artan şiddeti perdelemek için sunulan 2014 verileri, Komisyonun cinsiyet temelli şiddetle mücadele ilkelerinden habersiz olduğunu varsayabileceğimiz erkek başkanı Hulki Cevizoğlu’nu ikna edebilir ancak. Zor bir yıl biterken daha zor bir yıla hazırlanalım ama kadın eşitlik mücadelesine, emek mücadelesine, eşit yurttaşlık, demokrasi ve barış arayışına enerji toplamak için kendimizi ve birbirimizi kutlayalım. İyi yıllar.

Not: Hafta içinde son yazıma ilişkin itirazlara değinmek zorunluluğu hasıl oldu. Kısa bir açıklama yapmamın siz değerli okurlarımıza ve kadınlara borcum olduğunu düşünüyorum. Mardin Belediyesi Eş Başkanlarına yönelik ifadelerim haksız ve aşağılayıcı bulunmuş. Eş Başkan Devrim Demir için “apolitik şarkıcı” ifadesi asla aşağılama amaçlı değildi ama yürek yangınıyla yazılmış politik bir eleştiriydi. Sanatçı yazsaydım böyle algılanmayabilirdi belki. Ancak apolitik ifadesi toplantımızdaki konuşmasından edindiğim izlenimin sonucu maalesef. Eş başkanlık sistemini ve Kürt siyasetinin kadın paradigmasını eşitlikçi kazanımlardan birisi olduğu bilinciyle her zaman çok önemsedim. Her zaman yazdım, söyledim. Örnek olarak bir önceki yazımda yer verdiğim Gülistan Sönük ile söyleşimizi buraya bırakıyorum. Yazımdan cımbızlanmış dört kelime ile, maksadını aşan şarkıcı ifadesine dayanarak kayyım politikasına hizmet etmişim ve Kürt siyasetinin eş başkanlık sistemine karşıtlık geliştirmişim gibi yaklaşımlarla yapılan açıklamaları esefle karşılıyorum. Çünkü eş başkanlık sisteminin erkek egemen yaklaşımla işlevsizleştirilmesine yol açacak, tehlikeli bir gidişat gözlemlediğim için endişeyle yazmıştım yazımın o bölümünü. Kayyım karşıtı dayanışma ziyaretlerinin ruhuna aykırı bulanlara da söylemek isterim ki eleştiri, dayanışmaya dahil. Eleştiri ve özeleştiri sisteminin işlemediği dayanışma politikası gerçekçi, eşitlikçi ve sürdürülebilir olmuyor.


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.