YAZARLAR

'Zor zamanlarda' yol filmi!

Chole Zhao’nun üçüncü uzun metrajlı filmi "Nomadland" yine bir ‘yol filmi’ biçimi altında, bu sefer Fern adında orta yaşlı bir kadının ‘göçebe’ hayatına eğilirken aynı zamanda dönem olarak başta Amerika olmak üzere bütün dünyayı etkileyen 2007-2009 yılları arasında yaşanan büyük ekonomik kriz ve ‘durgunluk’ dönemini filminin arka planına koyarak ince bir ‘Amerikan tüketim toplumu’ eleştirisi sunuyor.

Artık ‘kült’ film mertebesine ulaşmış, büyük oyuncu-yönetmen Dennis Hopper’ın "Easy Rider" (1969) filmi, sadece 68 ruhundan ciddi anlamda beslenen ve bu isyankar ruhun en etkileyici sanatsal dışavurumlarından biri olmakla kalmıyor aynı zamanda yeni bir film türüne de kapı açıyordu: ‘Road movie’ yani bizdeki adıyla ‘yol filmi’ türüne…

Genelde senaryosunu bir yolculuk ve bu yolculuğun ‘durakları’ üzerine kuran filmler, ister istemez zamanın politik ve sosyal olaylarıyla şekillendi ve mekanlar bazında benzerlikler gösterseler de başkarakterlerinin yolculuk amacı, şekli ve süresi farklılıklar gösterdi. Fatih Akın’dan Walter Salles’a kadar birçok önemli yönetmenin el attığı bu tür, sadece bir ‘gidişi’ değil bir ‘kaçışı’ da anlatıyordu. Bu filmlerdeki karakterler, arabayla veya yayan, kendilerini yola vurarak bir yere ‘ulaşmaktan’ ziyade bir şeyleri ‘geride bırakmayı’ hedefliyorlardı. Örneğin Sean Penn’in gerçek bir hayat öyküsünden esinlenen "Into the Wild"(2007) filmi, iyi bir üniversiteden mezun olmuş ve ciddi bir kariyer arifesinde, burjuva ailesinin dayatmaları ve ‘göstermelik’ hayatından sıkılıp kendisiyle baş başa kalıp, hayatını tekrar sorgulamak için Alaska yoluna koyulan Christopher McCandless adlı bir gencin hikayesini anlatıyordu. Benzer bir şekilde Jean-Marc Vallee’nin "Wild" filmi de (2015) yine gerçek bir hikayeden yola çıkarak, Cheryl Strayed adındaki bir genç kızın, çok özel bir bağ kurduğu annesinin zamansız ölümünden sonra, ‘çökmüş’ bir evlilik ve uyuşturucu bağımlılığı gibi sadece kötü anılar barındıran hayatını geride bırakıp, yaşamında adeta bir ‘sil baştan’ ve bir ‘arınma’ hedefiyle başlayan yayan yolculuğunu gösteriyordu. ‘Beat’ akımının en önemli temsilcilerinden biri olan Jack Kerouac’ın romanından uyarlanmış "On The Road" (2012) ise çok farklı iç dinamikler taşıyan bir yapımdı.

Dünyada birçok önemli festivale (Venedik'te Altın Aslan Ödülü!) uğramış ancak pandemi nedeniyle sinema salonlarına uğramasını biraz daha beklememiz gereken Chole Zhao’nun üçüncü uzun metrajlı filmi "Nomadland" ise yine bir ‘yol filmi’ biçimi altında, bu sefer Fern adında orta yaşlı bir kadının ‘göçebe’ hayatına eğilirken aynı zamanda dönem olarak başta Amerika olmak üzere bütün dünyayı etkileyen 2007-2009 yılları arasında yaşanan büyük ekonomik kriz ve ‘durgunluk’ dönemini filminin arka planına koyarak ince bir ‘Amerikan tüketim toplumu’ eleştirisi sunuyor. Kuşkusuz başkarakteri yine, acı bir olayı arkasında bırakmak amacıyla yola çıkmış durumda ancak bu sefer bir ‘özgürlük’ duygusunun yanında eşlik eden efsanevi bir dekor içinde ‘duvara toslamış’ insanları barındıran bir ‘Amerika otopsisi’ izliyormuş hissiyatı da var.

Fern, kocası Bo ile beraber yaşayan, Nevada’da çalıştıkları fabrikanın kapanmasıyla önce işini ardından da kocasını kaybeden ve küçük karavanında yaşamaya başlayan orta yaşlı bir kadındır. Karavanıyla beraber, bu ‘yeni’ yaşamında Amerika’nın değişik şehirlerini ve bölgelerini dolaşan Fern, bu süreçte geçici işler yaparak, kendisi gibi bu yolu seçmiş insanlarla karşılaşır ve ‘iç’ yolculuğu da giderek derinleşmeye başlar.

KAYBEDİLEN EV DEĞİL BİNA!

Aslında yönetmen Zhao, bir ‘bırakılmışlar’ Amerika’sına bakış atarken, filmin henüz başlarında başkarakterinin verdiği bir cevapla neyin altını çizmek istediğinin sinyalini veriyor: Bir aralar ‘yedek’ öğretmenlik yapmış olan Fern, sokakta karşılaştığı ve evsiz olup olmadığını soran bir eski öğrencisine ‘Evim var, binam yok!’ cevabını vererek duruşunu gösteriyor. Birçok film, içi hiç de matah olmayan hatta oldukça kötü olan ufak bir karavanda yaşamayı karakterini ‘mağdur’ göstermek hatta acındırmak için kullanabilecekken, yönetmen hiç bunlarla uğraşmadığını ve Fern’in bu kısıtlı dünyası dışında çok daha büyük meseleleri olduğunun altını çiziyor. Çünkü Fern her ne kadar ucu ucuna geçinse ve hayatını devam ettirebilmek için garsonluk veya temizlik gibi geçici işler yapsa da, bu ‘ikinci’ hayatında asla bir ‘gerçek’ ev’, daha doğrusu ‘sabit ev’ özlemi taşımıyor hatta kendisine ailesinden ve arkadaşlarından gelen bütün teklifleri de nazikçe reddediyor. Üstelik bu dönemin Amerika’da büyük bir ‘evsizler’ krizini yaratan 2008 sonrası olması, bir anlamda Fern’nin temkinli ve farklı yaşamını destekliyor. Ancak hem yönetmen hem de başkarakter bu sabit yaşama ayak uydurmaya çalışan insanları eleştirmekle beraber onları asla küçümsemiyor veya onlara ‘üstten bir bakış’ atmıyor.

YOLLARDA OLMAK…

Bir karavanla, sürekli yer değiştirerek, bir ‘göçebe’ hayatı yaşamak birçok genç için bir ‘heyecan’ aracı olabilecekken, 60’lı yıllarını yaşayan Fern, bunu bir ‘huzur’ aracı olarak kullanıyor. Biraz kendi haline bırakılmış bir ülkede, ‘mekanikleşmiş’ toplumun uzağında, bazen tek başına bazen ise kendisi gibi ‘yollara düşmüş’ insanlarla olmak, bir yandan başkaraktere hayata karşı daha geniş bir bakış açısı kazandırıyor, bir yandan da onun unutmak istemediği kaybını (kocasını) daha kolay hazmetmesini sağlıyor. Üstelik Fern, geçici olarak çalıştığı bir fabrikada tanıştığı Linda May tarafından kendisi gibi ‘göçebe’ hayatı yaşayan insanların buluştuğu bir kampa davet alınca kendisinin yaşadığı (bilinçli) yalnızlık, daha ‘gerçek’ bir sosyalleşmeye dönüşüyor. Fern, bu davet edildiği kampta kibarlık, zayıflık, dayanışma gibi birçok ortak sosyal değeri bir kere daha hatırlıyor. Üstelik bu kamp, sadece ‘yollarda’ olan insanların dertleşmek ve sosyalleşmek için buluştukları bir mekan değil. Amerika’nın o anda içinden geçtiği dönemi (2008’ler) her açıdan irdelemeye ve kendilerinin bu ülkedeki yerlerini anlamaya çalışan,  hayatlarının gidişatı ‘kırılgan’ hale gelmiş insanların toplandığı bir mekan. Doğal olarak bu mekandaki kişiler de çıkarcı durmuyor, insanların değerini sahibi oldukları şeylerle ölçmüyor ve yaşadıkları travmaları da yardım istemek için değil, içini dökmek, bir tür ‘arınma’ yaşamak için dile getiriyorlar. Zaten bu ‘durakta’ sadece ‘temsili’ bir lider bulunuyor, belli bir hiyerarşi yok, sonunda da herkes kendi yoluna devam ediyor. Burada Fern’le beraber biz de farklı bir toplumsallık modelinin mümkün olduğunu görüyoruz.

MÜZİĞİN YERİ YOK!

Bütün bu olumlu noktalara rağmen, yine de Fern’in hayatı hiçbir zaman rahat akmıyor. Bazen karavanını yerleştirdiği yerlerde kalamıyor, soğuk hava ve parasızlık (her ne kadar zaman zaman biraz kazansa da) onu zorluyor ve bu ‘kaçış’ engelsiz olmuyor. Zaten bu durumu da filmin bir karakteri "Yollarda yaşamayı öğrenebiliriz ama bu, ödenecek bir bedel gerektirir!" sözleriyle dile getiriyor.

Filmin bazı sekanslarındaki belgesel tadındaki doku, hikayenin derinliği ve gerçekçiliği açısından yarar sağlıyor. (Yönetmen Chole Zhao yazar Jessica Bruder’ın ‘Surviving America in the Twenty-First Century’ adlı kitabından esinlenmiş). Tabii ki bu inandırıcı ve etkileyici havaya en büyük katkılardan biri de bir kez daha çizdiği karakterin arkasında ‘kaybolan’ ve onu gerçekten ete kemiğe büründüren büyük oyuncu Frances McDormand’dan geliyor. Sanırız Oscar ödülleri sırasında kendisinden yine bahsedeceğiz.

Filmde belki de tek canımızı sıkan nokta ise, müzik kullanımı oluyor. Birçok durumda filme güç verebilecek müzik kullanımı burada gereksiz ve eğreti duruyor. Özellikle Fern’in birçok defa karşılaştığı ve giderek yakınlaştığı Dave’le olan sekanslarında, yaşadığı duygusal gel-gitler ve ikilemler, Ludovico Einaudi’nin gereksiz müziğiyle adeta ‘fren yapıyor’. Filmin konusuna ve görüntülerine uymayan bu müzik zaman zaman filmdeki sıcaklığı ‘bayık’ bir hale bile sokuyor. Filmin duygusal sahnelerinin altına ‘dinamit’ koyan bu tutum, devasa doğa kadrajları eşliğinde gelen ‘dayanıklılık’ konuşmalarını biraz saf ve basit bir felsefe sohbetine çeviriyor.

Bizce bu bir haksızlık çünkü karşımızda olan, Amerika tarafından ‘evlat edinilmiş’ güçlü bir yönetmenin (kendisi Çin kökenli) kendi ülkesine attığı özel bir ‘eleştirel’ bakış ve kuşkusuz dünyanın bütün melodilerinden daha derin bir ‘soğuk’ kalbe sahip bir anti-kahraman…


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .