Zuhal Olcay: Kadın oyuncular en verimli çağlarında klişe rollere hapsediliyorlar
Zuhal Olcay’la, “Kel Diva” serüveninden Türkiye’de ve dünyada kadın oyuncu olmaya, anlatısal ve sektörel cinsiyet eşitsizliğine, artan yabancılaşma ve iletişimsizlikten kadın erkek ilişkilerine dek uzanan, değerli bir sohbet oldu. Söyleşide hayatımda rastladığım en doğal, komik, bahar esintisi kadar canlı ve açık sözlü kadınlardan biriyle tanıştım.
Zuhal Olcay, yetenek, donanım, çok yönlülük, zekâ, güzellik, zarafet ve en önemlisi de “kendine özgülük” gibi bir yıldızı yıldız yapan tüm özelliklere sahip nadir sanatçılarımızdan. Geçtiğimiz Kasım’da, giderek çölleşen kültürel iklimimizde çok heyecan verici bir şey oldu: Eugène Ionesco’nun benzersiz ve ölümsüz absürt oyunu “Kel Diva”, Oyun Atölyesi tarafından günümüze uyarlandı. Zuhal Olcay ve Haluk Bilginer’i 20 yıl sonra yeniden aynı sahnede buluşturması da oyunun dikkat çeken yanlarından biriydi. Bu iki dev isim dışında Zeynep Dinsel, Yiğit Özşener, Kıvanç Kılınç ve Gözde Kırgız’dan oluşan tüm oyuncu kadrosu da çok iyiydi. Muharrem Özcan’ın bu zor ve özgün metni günümüze taşıyan yenilikçi rejisinin de katkısıyla, çok parlak bir oyun izledik. Zuhal Olcay’ın komediye yatkınlığını tam olarak bu oyunda görebildim, kendisine hayranlığım perçinlendi.
Biletleri haftalar öncesinden tükenen oyunu ilk gösterimlerden birinde izleme şansına erişmiştim. Sonrasında da Zuhal Olcay’la, sevgili Zeynep Atakan’ın moderatörlüğünde söyleştik. “Kel Diva” serüveninden Türkiye’de ve dünyada kadın oyuncu olmaya, anlatısal ve sektörel cinsiyet eşitsizliğine, 2024’te hâlâ kadın oyuncular için yeterince etkin ve çok yönlü karakterler yaratılamamasına, artan yabancılaşma ve iletişimsizlikten kadın erkek ilişkilerine dek uzanan, değerli bir sohbet oldu. Söyleşide hayatımda rastladığım en doğal, komik, bahar esintisi kadar canlı ve açık sözlü kadınlardan biriyle tanıştım. İşler nedeniyle yazılara ara vermek zorunda kaldığım birkaç aya denk gelen söyleşiyi, güncelleyerek ilk kez paylaşıyorum şimdi, burada.
11 Haziran’da “Afife Jale Ödülleri” kapsamında aldığı “Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu” ödülü için Zuhal Olcay’ı kutluyor ve benim için çok özel bu sohbetle baş başa bırakıyorum sizi…
“Kel Diva”yı oldukça çok coşkulu bir izleyici kitlesiyle beraber izledim. Salondaki yaş aralığı da hayli genişti. Bu denli absürt bir oyunun her yaştan izleyiciyle böyle buluşabilmesini çok etkileyici buldum… Hazırlık sürecinden bahsedebilir misiniz biraz, oyunun?
2,5 aylık; bedensel ve ruhsal her açıdan çok yorucu bir prova süreci geçirdik, öncelikle. Yönetmenimizi de çok seviyorum, çok yetenekli bir çocuk ve sıkı prova severlerden. Perişan olduk ama değdi diye düşünüyorum, çok severek oynuyoruz yani.
Sahnede 20 sene sonra Haluk Bilginer’le ilk bir araya gelişiniz oldu ve oyun, gündeme geldiği andan itibaren bu açıdan da çok heyecan uyandırdı; konuşuldu. Nasıl karar verdiniz bu oyunda beraber yer almaya?
Evet uzun bir aradan sonra ilk oldu. Çünkü ben de belki her açıdan kendimi buna yeni hazır hissedebildim. Güzel de bir oyun. Sahnelenme fikrini de çok sevdim; oynamayı çok istedim. Böyle bir teklif de gelince artık “tamam” dedik. “Yaşam kısa, çıkıp oynayalım biz!”
'KEL DİVA', ZUHAL OLCAY’IN AYNI ZAMANDA MÜTHİŞ BİR KOMEDİ OYUNCUSU OLDUĞUNU GÖSTERİYOR BİZE
Sizinle epey küçük yaşlarımda TV’de ilk kez “Gecenin Öteki Yüzü” dizisinde karşılaşmış ve tam anlamıyla büyülenmiştim. Sonra Ömer Kavur filmleri geldi ki “Gizli Yüz”ü yakın zamanda bir yazım için tekrar izledim. Sizin daima Batılı, cool bir kadın imgeniz, bir ulaşılamazlık haleniz ve o türden de bir güzelliğiniz var. Müzikal yeteneklerinizle, şarkılarınızla birleşince eskinin yıldızlarını andıran benzersiz bir hava çıkıyor ortaya. Bu oyunla, “eskimeden” yaş alan yanınızla beraber çok farklı bir yönünüzü gördüm. Çok komiksiniz, müthiş bir komedi oyuncusu Zuhal Olcay’la karşılaştık burada!
Çok teşekkür ederim. 1999’da Haluk’la “Dolu Düşün Boş Konuş”u yapmıştık. Zaten ondan sonra da bir oyun daha yaptık ve yollarımız ayrıldı… Steven Berkoff adlı çok önemli bir İngiliz yazara ait… Yani bizim Ferhan Şensoy’umuz gibi biraz; kendisi yazan, kendisi oynayan çok özel bir yazar. Orijinal adı “Kvech” (Ibranice’de arka plan diyalogu anlamına geliyormuş) O da komedi yönü ağır basan bir oyundu. Tabii yıllar sonra Ionesco’nun bu acı ya da tatlı ekşi mi diyeyim, komedisi bana biraz o oyunu da hatırlattı. Sahnede böyle bir oyunla yer almak çok iyi geldi…
Ionesco’nun metnini üniversite yıllarımdan beri biliyorum. Ama sizin bu yeni yorumdaki, günümüze uyarlamaya dair dokunuşları da çok beğendim. Oyun, yıkım sonrası bir İngiliz burjuva çiftinin salonunda geçmekle birlikte her döneme, kültüre uyarlanabilecek bir katmansal zenginlik içeriyor. Bütün karakterlerin karşılarında oturan insandan çok akıllı telefonlarının ekranıyla ilgili olması, ekranda dönen AI efektli yüzleriniz, ortalarda dolaşan robot süpürge gibi günümüze uyarlanmış pek çok noktası var metnin ve bunların tümü çok zekice dokunuşlar olmuş…
Evet ben de çok seviyorum oyundaki bu buluşları… Ionesco biliyorsunuz bu oyunu 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yazmış. Savaşın toplumlar ve insanlar üzerindeki kötücül etkilerinin çok ağır hissedildiği bir dönemde… Bu “İki Kişilik Hırgür”de de vardır. O nedenle savaş konusunu katmayı da bence yönetmenimiz çok iyi düşündü. Ve günümüz dünyasına birtakım göndermelerle, işte o bahsettiğiniz elektrik süpürgesi, canlı yayınlarla falan çok güzel bir harmanlama yaptı. Savaş hiç susmuyor ki dünyada, sürekli bir savaş var, ama… Savaşların bu kadar yoğun olduğu bir döneme denk gelmesi oyuna daha da anlamlı bir katman kazandırdı diye düşünüyorum.
Finaldeki o sürpriz yer değiştirme de çok etkileyiciydi…
Evet, bir de benim şey çok hoşuma gidiyor, oyunda anlatılan bu tuhaf hikayeler var ya, anekdotlar… Horoz, köpek hikayeleri… Ionesco, La Fontaine masallarındaki o kalıpları da tiye almayı seven bir yazar. O masallara gönderme. Leylek oradan içmiş de yok maymun şuradan zıplamış da… O göndermelerdeki alaycılık da beni çok güldürüyor.
Ionesco’nun dünyaya ve tiyatroya bakışının “seyirci dostu” olmayan, kendi izlekleri dışında pek bir şeyi umursamayan son derece özgün bir yapısı var. Bir noktada anlatı kendisini de hiç ciddiye almıyormuş gibi görünüyor ama tüm bu aşırı metinlerarası, özgür alaycılıktan da müthiş bir şey çıkıyor ortaya. Bu kadar zor bir metni Türkiye’de seyirciyle buluşturmak endişelendirdi mi sizleri bu anlamda?
Evet, oyuna başlarken hatta daha başlamadan, “biz bu oyunu Türk seyircisine nasıl seyrettireceğiz?” diye bayağı bir karın ağrısı çekmiştim, açık söyleyeyim. Fakat yönetmenimiz çok güzel toparladı, çok iyi bir iş koydu ortaya gerçekten. Bir oyuncu olarak ben çok mutluyum şahsen. Seyircide de bunu görünce daha çok seviniyorum tabii.
Daha önce, çok beğendiğim “Gibi” dizisine dair yazmıştım bunu: Absürt yakın zamanlara dek bizde evet çok sevilen ama daha çok bir tür “kaçış noktası” olarak sevilen bir türdü. Bizde pek çok popüler türün aslen bir geleneği olmadığı için… Mesela polisiyenin yerli bir geleneği yok, parçalı, skeç türü metinler dışında aslında komedinin bile yok. O nedenle “absürt”e gitmek, bir üst kurmaca metin hazırlamak, çoğu sanatçıya, yazara kolay geliyordu sanki. Aslında hiç de kolay olmayan bir şey ve yer yer yapay kalıyordu bunlar.
Evet çok yapay kalıyordu, haklısınız. Belki de dünyanın öyle bir dönemine denk geldik ki, “absürt”, gerçekliğe nüfuz etmenin daha sahici bir formu halini aldı. Bu nedenle belki şu an bu oyunun anlaşılması ya da “hissedilmesi” 10-15 sene öncesine oranla daha mümkün olmuş olabilir.
'OYUNCU DEDİĞİN EGOSU YÜKSEK BİR TİPTİR. ZOR BİR OYUNDA BÖYLE ÖZVERİ VE ADANMIŞLIKLA ÇALIŞAN BİR KADRO BÜYÜK NİMET'
Çok bilinen kuraldır: Ortada çok iyi bir metin olmazsa yönetmenin de oyuncunun da yapabileceği pek bir şey yok. Fakat bu metinle de sizinki gibi bir oyuncu kadrosu olmadan bu parlak yorumun ortaya çıkması imkansızmış. Bu oyunda sizin çok özel biçimde parladığınızı düşünüyorum ama tüm kadro da harikaydı.
Teşekkürler… Evet bence de tüm kadro çok iyiydi ve herkes çok çalıştı gerçekten. Hani bildik laftır ya, “herkes çok özveriyle çalıştı.” İşte burada o gerçekten vardı. Şöyle bir oyuna çalışırken, daha ikinci provada küfür kıyamet gidecek oyuncu sayısı o kadar çoktur ki… Oyuncu dediğin zaten egosu yüksek bir tiptir ama bu kadro hem çok çalışkandı hem de yönetmen gerçekten sinekten yağ çıkarırcasına çalıştıran biriydi. Bu tempo ve disiplin herkesin katlanabileceği bir şey değil. Gerçekten hem çok yetenekli hem de çalışkan ve terbiyeli, adanmış bir ekip… Başka türlü çıkmazdı bu oyun…
Benim özellikle sevdiğim yangın teması var bir de sizin oyunda. İngiliz snopluğunun, durmuşluğunun, donmuşluğunun, orada bir şeylerin değişmesi gerektiğinin ve dünyanın çoktan değiştiğinin aslında… Ionesco’nun bildiğim tüm oyunları gibi, tek başına ne sınıf meselesiyle ne İngilizlikle ne de duygusal ilişkilerle ilgili bir oyun değil ama bütün olarak da hepsine dair bir şeyler söylüyor.
İtfaiye şefi ile hizmetçi öpüşüyor ya hani, orada bay Martin’in bir lafı var: “Canım bir İngiliz terbiyesi diye bir şey var. Hiç kimse tarafından tam olarak ne olduğu anlaşılamamış!” diye de ekliyor. O kısma çok gülüyorum. Metinde pek çok değişiklik oldu. Mesela o miyav miyav şarkısı, metinde olmayan, yönetmenin buluşu olan bir şey… Hem kadın karakterin kendini beğendirme hırsını vurguladığını hem de çok güzel bir renk olduğunu düşünüyorum.
Çok nadir bir teatral deneyim anıydı, orada olağanüstü bir alkış koptu zaten…
İşte, çok hoşuma gidiyor bunlar. Mesela kapı üçüncü kez çalındıktan sonra orada aslında biri var mıydı yok muydu tartışmaları, böyle saçma sapan atışmalarla geçen bir ömrü bir çırpıda anlatıveriyor. Beni gerçekten çok etkileyen bir yazar Ionesco. Gerçek bir deha…
Bu oyunu Instagram’da kahve eşliğinde üç cümleyle, aforizmalarla falan paylaşamaz kimse. Sosyal medyada ortalama bir seyircinin paylaşırken bile üzerine düşünmesi gerekiyor ki oyunu çok farklı kılan yanlarından biri bu… Ama mesela o kapı sahnesinde geçen “Gerçek hep arada bir yerdedir” sözü çok etkileyiciydi.
Evet ve aslında belki de “gerçek son derece basittir” demek istiyor. Muhteşem bir yazar… Bu oyunu oynadığımdan beri, birtakım yerlerde birtakım insanlardan duyduğum diyaloglar bana yemin ediyorum Ionesco tarafından yazılmış hissi veriyor hep. Oyundaki o sahne var ya hani oradaki gibi “ya işte… işte ve… öyle dedin işte” diye tekrarlarken buluyorum kendimi. Yani saçmalıyoruz, bir konudan diğer konuya geçerken, birbirimizi hiç dinlemezken, boş boş konuşurken… Aklımda kurduğum bir şey var, bence Ionesco eline kalemi kağıdı aldı ve bir gün bir kafeye giderek, bir gün bir restorana giderek, bir gün bir arkadaşıyla telefon konuşmasını falan not ederek yazdı bu oyunu diye düşünüyorum. Zaten biliyorsunuz Ionesco bir ara Fransa’dayken İngilizce dersleri almak istemiş ve İngilizce kursuna başladığında, o kurslarda saçma sapan ilk cümle kalıpları vardır ya işte… Yer, yerdedir; tavan yukarıdadır; yer alttadır falan gibi… oradan yola çıkarak yazmaya karar vermiş oyunu. Kendisi öyle açıklıyor.
'DÜNYADA KADIN ERKEK CİNSELLİĞİ ARTIK O OLMASI GEREKEN GÜZELLİK, SAFLIK VE ŞEHVETTE YAŞANMIYOR'
Mr. Ve Mrs. Smith de oradan geliyor tabi… Yazarın dille zorunu da anlıyoruz buradan o “isn’t it”ler, oyunda kullanılan bütün kalıplar vs. Bir de kadın erkek ilişkilerine dair kısımlarda aslında biraz da rejinin ve sizin kattığınızı düşündüğüm… Aynı yaşlardaki, olgun bir çiftte kadının hâlâ kadın olmaya ve o yanmaya dair esprisi… Kadının tüm o anlamsızlık ve iletişimsizlik içinde bile kadın yanını, cinselliğini koruyuşu ama erkeğin sönmüşlüğü biçiminde okudum, siz ne dersiniz?
Günümüzdeki en temel meselelerden biri zaten, modern toplumlara baktığınızda… Ionesco o yangın metaforunu tam neyi düşünerek yazdı bilmiyorum. Ama biz tamamen kadın erkek cinselliğinin ve artık o cinselliğin eski olması gereken güzellikte, saflıkta ya da şehvette olmadığına ilişkin bir gösterge olarak aldık onu; yönetmenimiz de öyle yorumladı.
Bu oyun çok farklı açılardan yorumlanabilir. Ama ben temel meselesinin hep dünyanın bugünkü haline baktığımızdaki yoksunluk, anlamsızlık, birbirini hiçbir zaman tam anlayamama, kendini bile tam bilememe hali vb. olduğunu düşünüyorum. Kadın erkek ilişkileri de bunun içinde. Mesela karı kocanın o birbirinden nefret etme hali… Onun orijinalinde, kadın lafı kesilince, “Sweetheart, you're disgusting sweetheart!” diyor. Biz onu “kesmesene ayı!” diye çevirdik ya da ben davar dedim ama orijinalinde böyle. Çiftlerin birbirine herkesin içinde “canım cicim” demesi ama aslında hani o birbirinden iğrenmesi, nefret etmesi, çok tanıdık geliyor bana… Fazla tanıdık geliyor, insanlık halimize acıklı bir bakış gibi geliyor. Aslında gerçeğin ne kadar absürt olduğunu da görüyorsunuz, bizim gerçek dediğimiz şey bu işte, bu kadar absürt…
'ERKEKLERİN HAYATI VE DAHA ÇOK DA KENDİNİ FAZLA CİDDİYE ALAN BİR YANI VAR, O KAPALILIK DA ORADAN GELİYOR'
Günümüzde bu birbirine adeta “nefretle bağlı” eski çift paterninin yerini hızlı ayrılıklar ve hayata hâkim bir “hikayesizlik, sürdürülemezlik” hali almaya başladı. Bu konularda ne düşünüyorsunuz? Affetmek, unutmak, kadınlar, erkekler…
İlişkilerde moda bir söylem var: Diyorlar ya “artık hiç öfkem kalmadı” Hayır böyle bir şey yok, öfke öyle kolay kolay gitmiyor, isterse yüz yıl geçsin. Orada bir yerde uyuyor sadece. “Yok işte, affettim.” Ya neyi affediyorsun, affetmek, unutmak diye bir şey de yok aslında. Sadece bir noktada “bana ne, ne olduysa oldu” diyorsun. Kendi içinde kendine bir yol veriyorsun, işine gücüne bakıyorsun.
Erkeklerin genel olarak bu hayatı, aslında daha çok da kendini fazla ciddiye alan bir yanı var. O “kendini kapatmak, kapalılık” dediğimiz şey de oradan geliyor aslında. Kendini bu kadar önemsemek, kendini bu kadar kapatmak hep bir gizem, esrar perdesinin ardında kalmaya çalışmak… Kadınların genel olarak dünyaya ve kendine karşı daha açık olduğunu düşünüyorum.
Biraz da Haluk Bilginer’le yıllar sonra tekrar sahnede buluşma deneyiminizden bahsedelim mi?
Elbette çeşitli açılardan zor bir süreçti. Kapısından 20 yıl sonra ilk kez girdiğin bir sahnenin içinde olmak… Gerçekten bunu deneyimlemek çok heyecanlı çok yorucu ama çok da güzeldi. Ama iki oyuncunun birbirini çok iyi tanıması çok önemlidir. Ritmini biliyorsun, neyi ne kadar, hangi amaçla yaptığını biliyorsun. Oyunculukta o anlamdaki karşılıklı güven çok önemli.
Az önce zihin açıklığından bahsettiniz ya… Sizde müthiş bir “yaşsızlık” hali var. Sadece fiziki güzelliği korumakla da ilgili değil bu sanırım, dünyaya açıklık, zihnin açıklığı ve gençliği… Kadın yıldızlarla erkekler arasında özellikle bizde gözlediğim böyle bir fark olduğunu söyleyebilirim. Bütün kadınlar da bunu başaramayabilir bu arada, kendi menkıbesine saplanan çok fazla kadın da var. Ama sizin yeteneğinizle, zekanızla bunu çok iyi bir yere taşımış olduğunuzu görüyorum.
Çok teşekkür ederim. Dünyaya açıklık ve işini çok sevmek, sahnede olmaya o aşk gerçekten diri tutuyor insanı.
'KADIN OYUNCULAR BELLİ BİR YAŞTAN İTİBAREN DUYGULARI, HİKAYELERİ YOK EDİLMİŞ KARAKTERLERE, KLİŞELERE MAHKÛM EDİLİYOR'
Yıllardır tiyatronun, sinemanın, televizyonun içinde olan çok önemli bir kadın oyuncu olarak şunu nasıl görüyorsunuz: Kadınlar için yazılan roller yıllar içinde yeterince değişti mi sizce? Mesela çok önemli erkek yönetmenlerin filmlerinde bile kadın karakterlerin yeterli çeşitlilikte ve derinlikte yer almadığı da hep tartışılıyor. Bu konuda fikirleriniz neler?
Dünyada da biraz bu sorun var, bizde daha da çok var. Ben oyunculuğumun en olgun, o açıdan en verimli çağındayım. Ama bir kadın oyuncu olarak 50+ olduğu andan itibaren bir klişeler yumağına mahkûm ediliyorsun. Senin ne duyguların var ne hikayen var; sadece birtakım genç oyuncular için yazılmış hikayelerin yan öğesisin. Tiyatroya sarılmamın en önemli nedenlerinden biri de bu. Oyuncu olarak yıllar içinde biriktirdiklerimi, deneyimlerimi göstermek, ortada olmak istiyorum. Ama kadın karakter yazılmıyor, bu insanı gerçekten öfkelendiriyor ama öfkenin de faydası olmuyor.
Bu arada ben genç kadın karakterlerin de çok iyi yazıldığını düşünmüyorum. Orada da stereotiplerde kalınıyor daha çok.
Tabii ki yazılmıyor yani haksızlık etmek istemem ama çoğu Türk erkek yazar da Türkiyeli erkeğin bir versiyonu; takılıp kaldığı yerler aynı, ne yazacak? (Gülüyor.) Gerçekten değişmesi gerekiyor bu kafaların.
Çok önemli, dünya çapında yetenekli bazı erkek yönetmenlerimiz var gerçekten ama ben bu yapının biraz da kadın yazar ve yönetmenlerin işi ele almasıyla değişebileceğini düşünüyorum. Sürekli büyük erkek karakterler, öyle ya da böyle Alfa erkekler ve onlar etrafında konumlandırılan kadın karakterler var.
Bilemiyorum, sanıyorum herkes birazcık da sonucunun kesin iyi olacağına yani iyi para getireceğine inandığı, “nasıl olsa iyi satar” dediği şeylere yatırım yapıyor, çok risk almak istemiyorlar. Burada tabii ahlak meselesi de girer devreye, daha doğrusu toplumun ahlaka bakışı… Neden mesela tersi hikayelere rağbet bu kadar büyükken olgun bir kadınla genç bir erkek muhteşem bir hayat, şahane bir “love affair” yaşamasın… Ama işte o “kutsal baskı”lar, terbiyeden ya da ahlaktan anladığımız şeyler… Bu konuda garantici davranıyorlar.
Ki bu anlamda kurmaca, hayatın epey gerisinde kalıyor. Sadece kentlerde değil kırsal bölgelerde de çok karmaşık deneyimler yaşıyorlar insanlar aslında duygusal ilişkilerde.
Evet elbette hem de neler yaşanıyor… Ama işte bunu anlatmaya gelindiğinde herkesin mürekkebi bitiyor. Bu herhalde biraz da sosyolojik bir mesele… Galiba bu konuda bir toplumsal ikiyüzlülük var. Herkes garantici davranıyor ve herkes en kaba tabiriyle ekmeğine bakıyor.
Tam da öyle, büyük bir toplumsal riyakarlık var hem de. Ama bunun giderek daha da delineceğini düşünüyorum. Çünkü gidilecek bir yol yok bu tıkanıklıktan. O “ekmeğe bakmak” da yürümüyor bu nedenle eskisi kadar. Bir de bu kadar farklı, böyle absürt bir oyun… Böyle soluksuz izlenebiliyorsa, bir şey çok iyi anlatılabildiğinde, yapılabildiğinde aslında çok değişik deneyimlere açık bir izleyici de var demektir…
Tabii ki vardır, her zaman vardır. Seyirciye burada haksızlık etmeyi hiçbir zaman istemem, ama… Zaten ana akım sinema ve TV için bunlar söz konusu bile değil. Yapmazlar ki, yapmıyorlar. Yoksa cesaret edilse, yapılsa dediğiniz gibi karşılığını bulacağına inanıyorum ben.
Ben “Kel Diva”da gördüğüm, her türden ışığıyla göz alan Zuhal Olcay’ı çok daha sık izlemek isterim. Seçiciliğinizi de biliyorum, ama… Siz neleri oynamak istersiniz? Kafanızda, “şu olsa” dediğiniz roller neler?
Ben tiyatroda iyi bir ekiple, iyi bir kadroyla her şeyi oynamak isteyebilirim. Ama sinemada, size çok açık söyleyeyim, neredeyse hiç cazip bir teklif gelmiyor ki… Gelen rollerin çoğuna bakıyorum… “Bu mudur yani” diyorum, “bu yaşıma gelmişim, bunca oyunculuk deneyimi var...” Yanlış anlaşılmasın, rolün küçüklüğü büyüklüğü de değil, uygun görülen kalıplar çok can sıkıcı. Yoksa güzel işler, farklı teklifler gelse… Bakıyorsun işte Isabel Huppert’in oynadığı karakterlere… Ya da Catherine Denevue… Bir büyükanne oynuyor ama işte o bütün ailenin toplandığı evde, aslında birbirinden nefret eden o aile fertlerinin içinde… Genç bir kızla yaşadığı o yakınlık, kıskançlık döngüsü… Yani sırf iyilik, bilgelik falan değil 65 yaşında bir kadının içindeki duygu karmaşaları, kötücül savrulmaların neler olabileceği ya da nelere evrildiği, ne olduğu… Bunların hepsi çok ilginç hikayeler olabilir ama yok işte… Yaratılmıyor böyle hikayeler.
Burada da işte imdadıma tiyatro yetişiyor. Dizilerde de mecburen oynuyoruz, ekonomik açıdan ama iyi dizi o kadar az ki… Bütün dizilerde birbirine parmak sallayan, devamlı atarlı, benim yaş kadınların canlandırdığı karakterler gırla… Hayatları oğulları, kızları ya da damatları etrafında dönen klişe klişe karakterler… Kırk yılda bir farklı karakterler yazılıyor ama mesela neden benim gibi bir kadının oynayacağı daha derinlikli karakterlere yer verilmiyor?
Ki siz oldukça geniş bir yaş aralığında pek çok karakteri oynayabilecek malzemeye kesinlikle sahipsiniz. Bu bizim dizilerin, anlatıların bir zaafı gerçekten, umarım giderilir. Bizim için büyük kazanım olur. Çok teşekkür ederim bu nefis sohbet için.
Ben de çok teşekkür ederim.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI